logo

22 Temmuz 2012 Pazar

KALEM TUTAN KANLI ELLER…



1950’lerden kalma suikastlar, canlı bombalar, hediye edilen yer tespit edici saatler, türlü linç girişimleri veya daha da eskilerden kalma değişik noktalardan can damarına basılan halkların kışkırtılması ayrıca bunların sonucunda istenen daimi bir isyan hali… Senaryolardaki roller her ne kadar değişim gösterse de yöntemleri asla değişmeyecek gibi…

Dün; Afrika, Doğu Asya, Rusya ve Çin arasında kalmış Halkların yaşadığı ve Ortadoğu’da yaşananlar bugünlerde de aynen devam etmekte, bu bölgedeki insanların refaha kavuşması istenmemektedir.

Tüm bunları gerçekleştirmek 1600'lerde taktiksel ve stratejik yönden zayıf olan batı güçlerince becerilememiş, fakat sonraları özellikle Amerika’nın etken güç haline gelmesi ile silkinen batı dünyası hegemonyasını diğer toplumlara iyiden iyiye dayatmıştır.

Buraya kadar “dünyanın değişik adaletinden dolayı, 'etken gücün baskın olması' tanımının gerektirdiklerini yapıyorlar.” diyenler olacaktır. Nitekim bunları diyenler bile kabul etmelidir ki, üzerine sarılı emperyalizm bandını bir türlü yırtamayanların bu kadar dayatma sonucunda bunalıp ters tepki göstermesi,  bu işe “yeter!” demesi gerekirken; her geçen gün daha da artan baskıları ve atalarından miras kalan toprakların zenginliklerinin kaybolmasını memnuniyetle izleme yolunu seçmesidir.

Meşru olmayan ve hiçbir kurala, antlaşmaya, ateşkese sığmayan gayrimeşru girişimler, direk olarak müdahale edilecek toplum üzerinde kurulan aldatma politikası sayesinde gerçekleştirilir. İşte bu sebep ile insanlar kendi cellatlarını ufak bir göz yanılması ile kurtarıcı olarak görür…

Bu olumlu karşılamanın özünde yalnızca iki sebebi var…

Birincisi, mazeret kabul etmeksizin ezilen halkların inatla ezilmeyi isteme uğruna vazgeçtikleri kişisel ve toplumsal eğitimdir. Var olmanın ve istenen huzur ortamını yaratmanın can suyu eğitimden geçer.

Gelişimini tamamlamamış ve stratejik olarak iştahları kabartan devletlerde, dönem dönem bu açlığın hissedildiği ve eğitim seferberliğine girişildiği gözükse de, çeşitli nedenler öne sürülerek baltalanmış veya harekete geçen kuruluş emperyalizm bünyesine çekilmiştir.

İşte bundan dolayı Doğu devletlerinden aşina olduğumuz isim veya soy isimler, nedense ufak değişimler ile (Bayramovic “Bayramoğlu”, Koetlu “Kutlu” gibi) veya değiştirilmeden Batı güçlerinin tıpçılarında, mühendis ve mimarlarında karşımıza çıkıveriyor.

Eğitimde gelişim tamamlanmadığı halde çeşitli sanayii hamlelerine girişmeye yeltenme durumları olduğunda ise sinsi politikaları biraz daha meşrulaşıyor. Kendi hammaddelerinin kullanımını ve işlenen hammaddenin ortak pazara sürülmesini hedefleyen devletler de “Sizin tesisleşmeniz ve işleme kaliteniz elinizdekini işlemeye yetersiz kalır, siz hiç uğraşmayın biz sizden daha ucuza bu ham maddeyi satın alıp, elde ettiğimiz ürünü de size daha ucuza veririz.” bahanesi, sanayileşme yoluna girmeyi hedeflemiş fakat tamamen günü kurtarma mantığıyla hareket edenlerin aklını çelmeye yeterli bir olgudur.
 
 Gelişim sürecinde her ne kadar zorluk çekilse de sonrasında belki de ülkelerinin kalkınmasına neden olacak bu atakları, ucuz vaatlere kanarak yitirenler ülkesine yapılabilecek en büyük kötülüğü yapanlardır.

Tüm bu saydıklarıma ek olarak daha birçok alanlarda örnekler verilebilir.

Afrika’da kalifiye doktor yetiştirmek yerine beli dönemlerde göz boyamak amacıyla kurulan ve eninde sonunda kaldırılan sahra hastaneleri; Elmas, Antimon, Uranyum gibi değerli madenlerin ticaretini tekele sokmak için çeşitli silahlı güçleri bölgeye konuşlandırmak ve bu güçler üzerinden isyancıları kışkırtmak (Orta Afrika, Güney Amerika, Güney Asya, Ortadoğu menşei, ayrıca Özellikle Libya, Zimbabwe, Mısır, Suriye, Lübnan, Irak, Afganistan, Kuzey Osetya ve çok kısa bir dönem İran’da olduğu gibi)  gibi…

Olumlu karşılamaların ikinci bir sebebi ise; insanın kendi doğasından gelen garip bir durumdan ibarettir. Rahatlık kavramına kavuşmak için canı pahasına mücadele eden insanlar, bu kavram ile yüz yüze karşı karşıya kaldıklarında sudan çıkmış balığa dönerler. Rahatlığın tadına varacağına ve bunun üzerine bir şeyler katacağına inanılanlar maalesef insan psikolojisinin derinlerinden gelen bir nedenden ötürü bunu yapmazlar. 2009-2010 yılları Libyasına bakıldığında yukarıda aktardıklarım daha iyi anlaşılacaktır.

Bu yıllarda bir Libya vatandaşının sahip olduğu haklar, belki e dünyanın birçok devletinde vatandaşlara tanınan haklardan kat kat üstteydi. Her ne kadar kendi kuruluşları çalışmasa bile Libya Hükümeti kendi imkanlarını kendi halkına kullanma parolası ile Çölü bile tarım arazisi haline getirmiş, Türkiye’den birçok inşaat firması ile çeşitli anlaşmalar yapmış bu anlaşmalar neticesinde Libya hızla yükselen bir değer haline gelmişti. Kendi halkının çalışma azminin(!) farkında olan Libya yetkilileri Türkiye’ye kapılarını açmış ve binlerce işçiyi bünyesine çekmişti.

Ülkede vergi neredeyse sıfırdı, elektrik ve suya çeşitli bölgeler çok cüzi hatta bazı bölgeler ise hiç ücret ödememekteydi.

Sözün özü Libya dünyada yükselen bir değer haline gelmiş ve iç huzurunu sağlamış bir devlet olarak dışa açılma yoluna gitmiş, bu ilerleyiş kimi Akdeniz aşırı ülkelerin canını sıkmıştı. Büyük abilerine danışan bu ülkeler neticesinde içerdeki ayrılıkçı grupları kışkırtmış ve bu gruplar birleşerek halkın aklını çelmeye başlamıştı. Tüm propagandaları gerçekleştiren ve görevini eksiksiz yapan ayrılıkçılara yapılan para ve silah takviyesi ile ülke içinde ikinci bir ordu oluşturuldu. Oluşturulan bu orduya birde Uluslararası askeri ortaklık yapmış devletlerin bağlı olduğu bazı kuruluşlar da yaptıkları hava saldırıları ile destek vermiş ve neticesinde ülke büyük bir kaosa sürüklenmişti.

Buraya kadar kendi içlerinde eşitsizliğin olduğunu ve bunun giderileceğini düşünen ülke insanına rahatlık fazla gelmişti. Yıllardır kahraman olarak gördükleri liderlerini bir gecede linç ettiler.

Sonuç onlar için acı oldu… Çok değil altı ay önce bulsalar bir kaşık suda boğacakları Kaddafi’yi simdi mumla arar oldular. Libya da gerçekleştirilen bu operasyonun bir benzeri Mısır’da gerçekleşmiş, sonuç onlar içinde aynı olmuştu. Tahrir meydanına Mübarek’i devirmeden önce toplananların ta kendileri aynı meydanlarda neden yine bas bas bağırır oldular acaba?

Tarih boyunca kendi kaderini bile kendisi yazamadığını düşünerek ve bu ezilmişlik içerisinde yakınan insanlar bilmelidir ki, kaderini yazması için kalemi elleri ile başkalarına sunanlar onlardır…

Adil Can KAVCAR
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder