
Dün; Afrika, Doğu Asya, Rusya ve Çin arasında
kalmış Halkların yaşadığı ve Ortadoğu’da yaşananlar bugünlerde de aynen devam
etmekte, bu bölgedeki insanların refaha kavuşması istenmemektedir.
Tüm bunları gerçekleştirmek 1600'lerde taktiksel ve
stratejik yönden zayıf olan batı güçlerince becerilememiş, fakat sonraları
özellikle Amerika’nın etken güç haline gelmesi ile silkinen batı dünyası
hegemonyasını diğer toplumlara iyiden iyiye dayatmıştır.
Buraya kadar “dünyanın değişik adaletinden dolayı, 'etken gücün baskın olması' tanımının gerektirdiklerini yapıyorlar.” diyenler
olacaktır. Nitekim bunları diyenler bile kabul etmelidir ki, üzerine sarılı emperyalizm bandını bir türlü yırtamayanların bu kadar dayatma
sonucunda bunalıp ters tepki göstermesi, bu işe “yeter!” demesi gerekirken; her geçen gün daha da artan baskıları ve atalarından miras kalan toprakların
zenginliklerinin kaybolmasını memnuniyetle izleme yolunu seçmesidir.
Meşru olmayan ve hiçbir kurala, antlaşmaya,
ateşkese sığmayan gayrimeşru girişimler, direk olarak müdahale edilecek toplum
üzerinde kurulan aldatma politikası sayesinde gerçekleştirilir. İşte bu sebep ile
insanlar kendi cellatlarını ufak bir göz yanılması ile kurtarıcı olarak görür…
Bu olumlu karşılamanın özünde yalnızca iki sebebi
var…
Birincisi, mazeret kabul etmeksizin ezilen halkların
inatla ezilmeyi isteme uğruna vazgeçtikleri kişisel ve toplumsal eğitimdir. Var
olmanın ve istenen huzur ortamını yaratmanın can suyu eğitimden geçer.
Gelişimini
tamamlamamış ve stratejik olarak iştahları kabartan devletlerde, dönem dönem bu
açlığın hissedildiği ve eğitim seferberliğine girişildiği gözükse de, çeşitli
nedenler öne sürülerek baltalanmış veya harekete geçen kuruluş emperyalizm
bünyesine çekilmiştir.
İşte bundan dolayı Doğu devletlerinden aşina
olduğumuz isim veya soy isimler, nedense ufak değişimler ile (Bayramovic “Bayramoğlu”,
Koetlu “Kutlu” gibi) veya değiştirilmeden Batı güçlerinin tıpçılarında,
mühendis ve mimarlarında karşımıza çıkıveriyor.
Eğitimde gelişim tamamlanmadığı halde çeşitli
sanayii hamlelerine girişmeye yeltenme durumları olduğunda ise sinsi
politikaları biraz daha meşrulaşıyor. Kendi hammaddelerinin kullanımını ve işlenen
hammaddenin ortak pazara sürülmesini hedefleyen devletler de “Sizin
tesisleşmeniz ve işleme kaliteniz elinizdekini işlemeye yetersiz kalır, siz hiç
uğraşmayın biz sizden daha ucuza bu ham maddeyi satın alıp, elde ettiğimiz ürünü
de size daha ucuza veririz.” bahanesi, sanayileşme yoluna girmeyi hedeflemiş
fakat tamamen günü kurtarma mantığıyla hareket edenlerin aklını çelmeye yeterli
bir olgudur.
Gelişim
sürecinde her ne kadar zorluk çekilse de sonrasında belki de ülkelerinin
kalkınmasına neden olacak bu atakları, ucuz vaatlere kanarak yitirenler ülkesine
yapılabilecek en büyük kötülüğü yapanlardır.
Tüm bu saydıklarıma ek olarak daha birçok alanlarda
örnekler verilebilir.
Afrika’da kalifiye doktor yetiştirmek yerine beli
dönemlerde göz boyamak amacıyla kurulan ve eninde sonunda kaldırılan sahra
hastaneleri; Elmas, Antimon, Uranyum gibi değerli madenlerin ticaretini tekele
sokmak için çeşitli silahlı güçleri bölgeye konuşlandırmak ve bu güçler
üzerinden isyancıları kışkırtmak (Orta Afrika, Güney Amerika, Güney Asya,
Ortadoğu menşei, ayrıca Özellikle Libya, Zimbabwe, Mısır, Suriye, Lübnan, Irak,
Afganistan, Kuzey Osetya ve çok kısa bir dönem İran’da olduğu gibi) gibi…
Olumlu karşılamaların ikinci bir sebebi ise; insanın
kendi doğasından gelen garip bir durumdan ibarettir. Rahatlık kavramına
kavuşmak için canı pahasına mücadele eden insanlar, bu kavram ile yüz yüze
karşı karşıya kaldıklarında sudan çıkmış balığa dönerler. Rahatlığın tadına
varacağına ve bunun üzerine bir şeyler katacağına inanılanlar maalesef insan psikolojisinin
derinlerinden gelen bir nedenden ötürü bunu yapmazlar. 2009-2010 yılları
Libyasına bakıldığında yukarıda aktardıklarım daha iyi anlaşılacaktır.
Bu yıllarda bir Libya vatandaşının sahip olduğu
haklar, belki e dünyanın birçok devletinde vatandaşlara tanınan haklardan kat
kat üstteydi. Her ne kadar kendi kuruluşları çalışmasa bile Libya Hükümeti
kendi imkanlarını kendi halkına kullanma parolası ile Çölü bile tarım arazisi
haline getirmiş, Türkiye’den birçok inşaat firması ile çeşitli anlaşmalar
yapmış bu anlaşmalar neticesinde Libya hızla yükselen bir değer haline
gelmişti. Kendi halkının çalışma azminin(!) farkında olan Libya yetkilileri
Türkiye’ye kapılarını açmış ve binlerce işçiyi bünyesine çekmişti.
Ülkede vergi neredeyse sıfırdı, elektrik ve suya
çeşitli bölgeler çok cüzi hatta bazı bölgeler ise hiç ücret ödememekteydi.
Sözün özü Libya dünyada yükselen bir değer haline
gelmiş ve iç huzurunu sağlamış bir devlet olarak dışa açılma yoluna gitmiş, bu ilerleyiş
kimi Akdeniz aşırı ülkelerin canını sıkmıştı. Büyük abilerine danışan bu
ülkeler neticesinde içerdeki ayrılıkçı grupları kışkırtmış ve bu gruplar
birleşerek halkın aklını çelmeye başlamıştı. Tüm propagandaları gerçekleştiren
ve görevini eksiksiz yapan ayrılıkçılara yapılan para ve silah takviyesi ile
ülke içinde ikinci bir ordu oluşturuldu. Oluşturulan bu orduya birde Uluslararası
askeri ortaklık yapmış devletlerin bağlı olduğu bazı kuruluşlar da yaptıkları
hava saldırıları ile destek vermiş ve neticesinde ülke büyük bir kaosa
sürüklenmişti.
Buraya kadar kendi içlerinde eşitsizliğin olduğunu
ve bunun giderileceğini düşünen ülke insanına rahatlık fazla gelmişti.
Yıllardır kahraman olarak gördükleri liderlerini bir gecede linç ettiler.
Sonuç onlar için acı oldu… Çok değil altı ay önce
bulsalar bir kaşık suda boğacakları Kaddafi’yi simdi mumla arar oldular. Libya
da gerçekleştirilen bu operasyonun bir benzeri Mısır’da gerçekleşmiş, sonuç
onlar içinde aynı olmuştu. Tahrir meydanına Mübarek’i devirmeden önce
toplananların ta kendileri aynı meydanlarda neden yine bas bas bağırır oldular
acaba?
Tarih boyunca kendi kaderini bile kendisi
yazamadığını düşünerek ve bu ezilmişlik içerisinde yakınan insanlar bilmelidir
ki, kaderini yazması için kalemi elleri ile başkalarına sunanlar onlardır…
Adil Can KAVCAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder