logo

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Çok okursan “sıyırır” mısın?


Toplumumuzda yaygın bir düşüncedir, “Çok okuma ya da çok düşünme, sıyırırsın.” Peki bu yaygın düşüncenin doğruluk payı var mıdır?

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle “sıyırmak” diye tabir edilen ruhsal/akli hastalık durumunu açıklamak gerekmektedir. Psikiyatri literatüründe ruhsal/akli hastalıklar, “bozukluk” olarak adlandırılır. Örneğin, 11 Haziran 2012 tarihinde, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde şahsıma konulan “Majör Depresyon” hastalığının psikiyatri literatüründeki tam adı “Majör Depresif Bozukluk”tur.

Genel manada bozukluk, “bir sistemin çalışma düzenini sağlayan bütünlüğün ortadan kalkması” olarak tanımlanabilir. Psikiyatrik bozukluk ise, “insanın psikiyatrik sisteminin çalışma düzenini sağlayan bütünlüğün ortadan kalkmasıdır” denebilir. Psikiyatrik bozukluğu teorik olarak daha iyi anlayabilmek için genel manada insanın yapısına bakmak gereklidir.

İnsan, psikiyatrik(düşünsel/zihinsel) ve maddi/olgusal bir bütündür. Bu bütünlük, “diyalektik” denilen ve bu bütünü oluşturan parçaların karşılıklı birbirini etkilediği bir yapıya sahiptir. Yani, insanın maddi dünyası psikiyatrik dünyasını, psikiyatrik dünyası da maddi dünyasını etkiler. Bunların arasındaki etkileşim bütünlüklü bir düzen oluşturursa insan, psikiyatrik anlamda sağlıklı bir hayat sürer. Bunların arasındaki etkileşimde bütünlüklü bir düzenin ortadan kalkması durumunda ise psikiyatrik hastalık ortaya çıkar.

18’inde Das Kapital’e yeltenmek

Örnek vermek gerekirse; Benim gibi, 22 yaşına kadar gerçek, “oturaklı” bir “benlik/kimlik” sahibi olmadan, sürekli bir arayış içerisinde, “sokak kötüdür, dışardaki insanlar hep birbirinin gözünü oyar” bilinciyle hayattan yalıtılmış bir hayat yaşarsanız ve 22 yaşında gazetecilik gibi tamamen “sokakta” ve “dışardaki insanlar”ın içinde yapılabilen bir meslek yapmaya başlarsanız, psikiyatrik ve maddi dünyanız arasındaki bütünlük ortadan kalkar. Bir de buna 17-18 yaşından itibaren ağır tarih, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve siyaset gibi sosyal alanlardaki bilim insanların sizin yaşınızın en az 2-3 katı yaşlarda yazabildikleri metinleri okuyup hazmetmeye, hele de kimlik/benlik haline getirip uygulamaya kalkarsanız, bu bütünlükten eser kalmaz. Yani, “bugünün kapitalist dünyasında” 17 yaşındayken Platon’un Devlet, Nietzsche’nin Zerdüşt ve Marks’ın Komünist Manifesto kitablarını okuyup, 18’inizde Marks ve Engels’in 3 cilt yaklaşık 2 Bin sayfalık ekonomipolitik(1) ansiklopedisi Das Kapital’i okumaya yeltenirseniz, argo tabirle “balatalar sıyırır.”

İhtiyaçlar Hiyerarşisi/Piramidi

Neden mi? Buna cevap vermek için, ünlü Psikolog Prof. Dr. Abraham Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi/Piramidi"ne bakmamız gerekmektedir. Maslow’a göre, insanlar ihtiyaçları doğrultusunda düşünürler ve davranışlar sergilerler. Maslow’un genel psikiyatrik görüşünü yansıtan hiyerarşisi/piramidi 3 katlıdır. Bu düşünceye hiyerarşi/piramid adını vermesinin sebebi ise ortaya koyduğu bu 3 katlı düşünceye göre, bu ihtiyaçlar değişmez sıraya sahiptirler. Yani, birinci katta yer alan ihtiyaçlarını gidermeyen bir insan, ikinci ya da üçüncü kattaki ihtiyaçları gidermeye çalışmaz, hatta onları bir ihtiyaç olarak görmez.

Bu katlar ise şöyle sıralanmıştır:
1.Kat: Biyolojik/ Fiziksel ihtiyaçlar: Yemek, içmek, barınma,cinsellik vb.
2.Kat: Sosyal ihtiyaçlar(Aidiyet): Din, millet, aile, parti, dernek, sendika, arkadaş çevresi gibi herhangi bir toplumsal gruba mensup olma.
3.Kat: Kişilik/Benlik(Kendini gerçekleştirme) ihtiyacı: Kişinin, kendini tanımlayabildiği, “ben buyum” diyebileceği bu duruma “kendi çabasıyla” gelmesi.

Yani, karnını doyurup, güvenli bir biçimde barınan bir insan ancak bundan sonra kendini bir din, millet, aile gibi bir bütünlüğe ait hissetmek ister. Kendini böyle bir bütünlüğe ait hisseden birisi artık ait olduğu bu bütünlük içerisinde anlamlı, etkin ve özgün bir parça olarak görmek ister. Eğer kişi bunu gerçekleştirirse psikiyatrik açıdan sorunsuz bir hayat geçirir. Ama bunu gerçekleştiremezse  ya da gerçekleştirmesi engellenirse, herhangi bir toplumsal grubun içindeyse bile, kendini gerçekleştiremediği için içinde bulunduğu o toplumsal grubu reddeder ve kendini gerçekleştirebileceği bir toplumsal grup arayışı içine girer. Tabii bu reddediş ve arayışa giriş süreci sorunsuz ve pür mesut olmaz. Reddedip yeni bir arayışa giren kişide istisnasız büyük ruhsal ve fiziksel bir yıkım yaratan bu süreç, eğer reddedilen toplumsal grup aile gibi yakın çevreyse bu çevreye dahil olan kişilerde de benzer bir yıkım sürecine sebebiyet verebilir. Bu arayış süreci, kişi kendini gerçekleştirene kadar devam eder. Bu arayış sürecinde başarısız her bir girişim, kişideki ruhsal yıkımın katlanarak artmasına sebebiyet verir. Bu yıkım süreci, eğer psikolojide “öğrenilmiş çaresizlik”(3) olarak adlandırılan boyuta varırsa o zaman kişi arayıştan ve “kendisinden” vazgeçer. Bu durumda da yapacaklarının hesabı yoktur.

“En büyük cinayet, insanın yaşam sevincini öldürmektir”  

Yukarda bahsettiğim hiyerarşi/piramidin işleyişi, psikiyatrik açıdan sağlıklı kişiler için geçerlidir. Psikiyatrik sağlık yitirildiği zaman bu hiyerarşi/piramidin işleyişi de bozulur. Örneğin; kendini gerçekleştirme aşamasında eksiği olan birisi, bu hiyerarşi/piramidin ilk sırasında yer alan fizyonomik/fiziksel ihtiyaçlarına yönelik bir çaba içine girmeyebilir, bu ihtiyaçlarına yönelik başkalarının çabalarını reddedebilir hatta en temel güdü olan yaşama isteğini bile yitirebilir ki Yılmaz Güney’in de ifade ettiği gibi “En büyük cinayet, insanın yaşam sevincini öldürmektir.”

Freud, Bilinçaltı ve “Ben”

Bu noktada psikoloji dünyasından hatırlanması gereken bir diğer önemli isimse psikoloji dünyasının en ünlü ismi olmasına rağmen aslında Nörolog(2) olan ve bugün kullanılan psikolojik inceleme metodu olan “Psikanaliz”in fikir babası Sigmund Freud. Freud’un düşüncesine göre ise kişinin davranışlarında esas olan kriter “Ben” düşüncesidir. Fakat bu “Ben” düşüncesi her zaman isteyerek, bilinçli olarak takip edilen bir düşünce değildir. Bu noktada Freud’un psikoloji bilimine kazandırdığı  önemli kavramlardan biri devreye giriyor: Bilinçaltı

Freud’a göre insan zihni bilinç ve bilinçaltı olarak ikiye ayrılır. Bilinç, bizim bilerek ve farkında olarak düşündüğümüz ve yaptıklarımızdır. Bilinçaltı ise, bilmeden ve farkında olmadan düşündüklerimizdir. Davranışlarımızda hangisinin daha etkin olduğunu anlamamız içinse Freud’un Maslow’unkine benzer nitelikler taşıyan “id”, “ego” ve “süper ego” üçlemesini incelememiz gerekmektedir.(4)

İd, Maslow’daki fiziksel ihtiyaçlara; ego, sosyal ihtiyaçlara ve Süper Ego da Kendini Gerçekleştirme’ye karşılık gelir diyebiliriz kabaca. Bu noktada Freud’da önemli olan nokta kişi davranışlarında “Ben”in esas olmasıdır. Yani, Maslow ve Freud arasındaki kıyasta şöyle denebilir: Maslow’a göre, hiyerarşik ihtiyaçlar kişiyi “Ben”e götürür; Freud’a göre ise esas olan “Ben”, kişiyi ihtiyaçlara götürür. Yani her iki bilim insanında da ihtiyaçlar ve ben arasında diyalektik bir ilişki vardır. Ama iki bilim insanı da bir gerçeği tartışılmaz bir biçimde ortaya koymuştur ki, “Ben”, olmazsa olmazdır. “Ben”i zarar görmüş ya da Ben’ini tehlikede gören insan, kelimenin tam anlamıyla “kendini kaybetmiş” durumdadır. Bu durum, son derece kontrolsüz, tehlikeli ve yıkıcı bir süreçtir. Bu ruh halindeki kişi, normal zamanlarda yapmayacağı hatta kişiliğine taban tabana zıt davranışlar sergileyebilir. Bu ruh halinin devamı durumunda ise kişi, kendini kaybetmenin verdiği acıyla sonunu düşünmeden davranabilir.

Sevgi, fedakarlık ve yardımseverlik

Buraya kadar yazdıklarımı fazla “Ben merkezli” bulup, sevgi, fedakarlık ve yardımseverlik duygularının bu söylediklerimi çürüteceğini ya da en azından istisna oluşturacağını iddia edenler olabilir. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, istisna olan yerde bilim olmaz. Bahsini geçirdiğim duyguların da temelinde “Ben” vardır. İnsan kimi sever? ”Kendini ait hissettiği” sosyal alan olan aile, millet ve din mensuplarını ve kendine benzeyen ve kendine yakın gördüğü insanları. Yani, esas kriter yine sevilenlerin, onları seven “Ben”e göre konumlanışıdır. O yüzdendir ki, bazen insanlar benliklerini sevdikleri insanlarla özdeşleştirirler. Hatta böyle durumlarda, “senin mutluluğun benim mutluluğumdur” ya da “sana yapılan bana yapılmıştır” gibi cümleler sarf ederler. Bu durum hakikaten böyledir. Bu cümleler, âmiyâne tabirle “işkembe-i kübradan sallama” cümleler değildirler. Bu tür durumlarda kişi, kendi benliğini özdeşleştirdiği kişiye “gözü gibi bakmak” deyiminin de ötesine geçerek, “kendi gibi bakma”ya başlar. O kişinin tehlikede olması, mutsuz olması, başarısız olması gibi durumları kendi başına gelmiş gibi hisseder. Ya da kişi, benliğini özdeşleştirdiği kişiyi kaybetme tehdidi ya da tehlikesiyle karşılaşırsa o zaman bunu kendi benliğini kaybetme riski olarak görür. Bu istenmeyen durumu ya da durumları kendi benliğini savunurcasına bir çabayla gidermeye çalışır. Tamamen bilinçaltına dayanan savunma psikolojisi içerisinde olan kişinin davranışlarında ise akılcı bir nitelik bulunamaz. Bu noktada, savunma psikolojisi içinde olan bireyin güvendiği, sözünü dinlediği üçüncü şahısların “somut”  maddi ya da düşünsel yardımları gereklidir.

Bu uzunca yazıyı toparlarsam; benlik ve düşünce ile gerçeklik arasındaki uyum insan yaşantısının ve ruh sağlığının en temel yapı taşlarıdır. Benlik zarar görmediği ve düşünce ile gerçeklik arasında uyum olduğu sürece insan yaşamında ruhsal bir sorun olmaz.

(1)Ekonomiyle politika arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim dalı.
(2)Beynin fiziksel yapısıyla ilgilenen bilim insanı.
(3)Bir kişinin bir eylemde belli bir süre başarısız olması sonucunda kişinin bu eylemi asla başaramayacağı düşüncesine gelmesi.
(4)Burada söylemeye çalıştığım, Maslow ve Freud’un aynı şeyleri söylediği değildir. Şekilsel açıdan iki bilim insanının da söylediklerinin benzerlik taşıdığıdır.

Soner Bahadır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder