Toplumumuzda yaygın bir düşüncedir, “Çok okuma ya da çok
düşünme, sıyırırsın.” Peki bu yaygın düşüncenin doğruluk payı var mıdır?
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle “sıyırmak” diye
tabir edilen ruhsal/akli hastalık durumunu açıklamak gerekmektedir. Psikiyatri
literatüründe ruhsal/akli hastalıklar, “bozukluk” olarak adlandırılır. Örneğin,
11 Haziran 2012 tarihinde, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve
Araştırma Hastanesi’nde şahsıma konulan “Majör Depresyon” hastalığının
psikiyatri literatüründeki tam adı “Majör Depresif Bozukluk”tur.
Genel manada bozukluk, “bir sistemin çalışma düzenini
sağlayan bütünlüğün ortadan kalkması” olarak tanımlanabilir. Psikiyatrik
bozukluk ise, “insanın psikiyatrik sisteminin çalışma düzenini sağlayan
bütünlüğün ortadan kalkmasıdır” denebilir. Psikiyatrik bozukluğu teorik olarak
daha iyi anlayabilmek için genel manada insanın yapısına bakmak gereklidir.
İnsan, psikiyatrik(düşünsel/zihinsel) ve maddi/olgusal
bir bütündür. Bu bütünlük, “diyalektik” denilen ve bu bütünü oluşturan
parçaların karşılıklı birbirini etkilediği bir yapıya sahiptir. Yani, insanın
maddi dünyası psikiyatrik dünyasını, psikiyatrik dünyası da maddi dünyasını
etkiler. Bunların arasındaki etkileşim bütünlüklü bir düzen oluşturursa insan,
psikiyatrik anlamda sağlıklı bir hayat sürer. Bunların arasındaki etkileşimde
bütünlüklü bir düzenin ortadan kalkması durumunda ise psikiyatrik hastalık
ortaya çıkar.
18’inde Das Kapital’e yeltenmek
Örnek vermek gerekirse; Benim gibi, 22 yaşına kadar gerçek,
“oturaklı” bir “benlik/kimlik” sahibi olmadan, sürekli bir arayış içerisinde, “sokak
kötüdür, dışardaki insanlar hep birbirinin gözünü oyar” bilinciyle hayattan
yalıtılmış bir hayat yaşarsanız ve 22 yaşında gazetecilik gibi tamamen
“sokakta” ve “dışardaki insanlar”ın içinde yapılabilen bir meslek yapmaya
başlarsanız, psikiyatrik ve maddi dünyanız arasındaki bütünlük ortadan kalkar.
Bir de buna 17-18 yaşından itibaren ağır tarih, felsefe, sosyoloji, psikoloji
ve siyaset gibi sosyal alanlardaki bilim insanların sizin yaşınızın en az 2-3
katı yaşlarda yazabildikleri metinleri okuyup hazmetmeye, hele de kimlik/benlik
haline getirip uygulamaya kalkarsanız, bu bütünlükten eser kalmaz. Yani, “bugünün
kapitalist dünyasında” 17 yaşındayken Platon’un Devlet,
Nietzsche’nin Zerdüşt ve Marks’ın Komünist Manifesto kitablarını okuyup,
18’inizde Marks ve Engels’in 3 cilt yaklaşık 2 Bin sayfalık ekonomipolitik(1) ansiklopedisi
Das Kapital’i okumaya yeltenirseniz, argo tabirle “balatalar sıyırır.”
İhtiyaçlar Hiyerarşisi/Piramidi
Neden mi? Buna cevap vermek için, ünlü Psikolog Prof. Dr.
Abraham Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi/Piramidi"ne bakmamız gerekmektedir.
Maslow’a göre, insanlar ihtiyaçları doğrultusunda düşünürler ve davranışlar
sergilerler. Maslow’un genel psikiyatrik görüşünü yansıtan hiyerarşisi/piramidi
3 katlıdır. Bu düşünceye hiyerarşi/piramid adını vermesinin sebebi ise ortaya
koyduğu bu 3 katlı düşünceye göre, bu ihtiyaçlar değişmez sıraya sahiptirler.
Yani, birinci katta yer alan ihtiyaçlarını gidermeyen bir insan, ikinci ya da
üçüncü kattaki ihtiyaçları gidermeye çalışmaz, hatta onları bir ihtiyaç olarak
görmez.
Bu katlar ise şöyle sıralanmıştır:
1.Kat: Biyolojik/ Fiziksel ihtiyaçlar: Yemek, içmek,
barınma,cinsellik vb.
2.Kat: Sosyal ihtiyaçlar(Aidiyet): Din, millet, aile, parti,
dernek, sendika, arkadaş çevresi gibi herhangi bir toplumsal gruba mensup olma.
3.Kat: Kişilik/Benlik(Kendini gerçekleştirme) ihtiyacı:
Kişinin, kendini tanımlayabildiği, “ben buyum” diyebileceği bu duruma “kendi
çabasıyla” gelmesi.
Yani, karnını doyurup, güvenli bir biçimde barınan bir
insan ancak bundan sonra kendini bir din, millet, aile gibi bir bütünlüğe ait
hissetmek ister. Kendini böyle bir bütünlüğe ait hisseden birisi artık ait
olduğu bu bütünlük içerisinde anlamlı, etkin ve özgün bir parça olarak görmek
ister. Eğer kişi bunu gerçekleştirirse psikiyatrik açıdan sorunsuz bir hayat
geçirir. Ama bunu gerçekleştiremezse ya
da gerçekleştirmesi engellenirse, herhangi bir toplumsal grubun içindeyse bile,
kendini gerçekleştiremediği için içinde bulunduğu o toplumsal grubu reddeder ve
kendini gerçekleştirebileceği bir toplumsal grup arayışı içine girer. Tabii bu
reddediş ve arayışa giriş süreci sorunsuz ve pür mesut olmaz. Reddedip yeni bir
arayışa giren kişide istisnasız büyük ruhsal ve fiziksel bir yıkım yaratan bu
süreç, eğer reddedilen toplumsal grup aile gibi yakın çevreyse bu çevreye dahil
olan kişilerde de benzer bir yıkım sürecine sebebiyet verebilir. Bu arayış
süreci, kişi kendini gerçekleştirene kadar devam eder. Bu arayış sürecinde
başarısız her bir girişim, kişideki ruhsal yıkımın katlanarak artmasına
sebebiyet verir. Bu yıkım süreci, eğer psikolojide “öğrenilmiş çaresizlik”(3)
olarak adlandırılan boyuta varırsa o zaman kişi arayıştan ve “kendisinden”
vazgeçer. Bu durumda da yapacaklarının hesabı yoktur.
“En büyük cinayet, insanın yaşam sevincini
öldürmektir”
Yukarda bahsettiğim hiyerarşi/piramidin işleyişi, psikiyatrik
açıdan sağlıklı kişiler için geçerlidir. Psikiyatrik sağlık yitirildiği zaman
bu hiyerarşi/piramidin işleyişi de bozulur. Örneğin; kendini gerçekleştirme
aşamasında eksiği olan birisi, bu hiyerarşi/piramidin ilk sırasında yer alan
fizyonomik/fiziksel ihtiyaçlarına yönelik bir çaba içine girmeyebilir, bu
ihtiyaçlarına yönelik başkalarının çabalarını reddedebilir hatta en temel güdü
olan yaşama isteğini bile yitirebilir ki Yılmaz Güney’in de ifade ettiği gibi
“En büyük cinayet, insanın yaşam sevincini öldürmektir.”
Freud, Bilinçaltı ve “Ben”
Bu noktada psikoloji dünyasından hatırlanması gereken bir
diğer önemli isimse psikoloji dünyasının en ünlü ismi olmasına rağmen aslında
Nörolog(2) olan ve bugün kullanılan psikolojik inceleme metodu olan
“Psikanaliz”in fikir babası Sigmund Freud. Freud’un düşüncesine göre ise kişinin
davranışlarında esas olan kriter “Ben” düşüncesidir. Fakat bu “Ben” düşüncesi
her zaman isteyerek, bilinçli olarak takip edilen bir düşünce değildir. Bu noktada
Freud’un psikoloji bilimine kazandırdığı önemli kavramlardan biri devreye giriyor:
Bilinçaltı
Freud’a göre insan zihni bilinç ve bilinçaltı olarak
ikiye ayrılır. Bilinç, bizim bilerek ve farkında olarak düşündüğümüz ve
yaptıklarımızdır. Bilinçaltı ise, bilmeden ve farkında olmadan
düşündüklerimizdir. Davranışlarımızda hangisinin daha etkin olduğunu anlamamız
içinse Freud’un Maslow’unkine benzer nitelikler taşıyan “id”, “ego” ve “süper
ego” üçlemesini incelememiz gerekmektedir.(4)
İd, Maslow’daki fiziksel ihtiyaçlara; ego, sosyal
ihtiyaçlara ve Süper Ego da Kendini Gerçekleştirme’ye karşılık gelir
diyebiliriz kabaca. Bu noktada Freud’da önemli olan nokta kişi davranışlarında
“Ben”in esas olmasıdır. Yani, Maslow ve Freud arasındaki kıyasta şöyle denebilir:
Maslow’a göre, hiyerarşik ihtiyaçlar kişiyi “Ben”e götürür; Freud’a göre ise
esas olan “Ben”, kişiyi ihtiyaçlara götürür. Yani her iki bilim insanında da
ihtiyaçlar ve ben arasında diyalektik bir ilişki vardır. Ama iki bilim insanı
da bir gerçeği tartışılmaz bir biçimde ortaya koymuştur ki, “Ben”, olmazsa
olmazdır. “Ben”i zarar görmüş ya da Ben’ini tehlikede gören insan, kelimenin
tam anlamıyla “kendini kaybetmiş” durumdadır. Bu durum, son derece kontrolsüz,
tehlikeli ve yıkıcı bir süreçtir. Bu ruh halindeki kişi, normal zamanlarda
yapmayacağı hatta kişiliğine taban tabana zıt davranışlar sergileyebilir. Bu
ruh halinin devamı durumunda ise kişi, kendini kaybetmenin verdiği acıyla
sonunu düşünmeden davranabilir.
Sevgi, fedakarlık ve yardımseverlik
Buraya kadar yazdıklarımı fazla “Ben merkezli” bulup,
sevgi, fedakarlık ve yardımseverlik duygularının bu söylediklerimi çürüteceğini
ya da en azından istisna oluşturacağını iddia edenler olabilir. Öncelikle şunu
belirtmeliyim ki, istisna olan yerde bilim olmaz. Bahsini geçirdiğim duyguların
da temelinde “Ben” vardır. İnsan kimi sever? ”Kendini ait hissettiği” sosyal
alan olan aile, millet ve din mensuplarını ve kendine benzeyen ve kendine yakın
gördüğü insanları. Yani, esas kriter yine sevilenlerin, onları seven “Ben”e
göre konumlanışıdır. O yüzdendir ki, bazen insanlar benliklerini sevdikleri
insanlarla özdeşleştirirler. Hatta böyle durumlarda, “senin mutluluğun benim
mutluluğumdur” ya da “sana yapılan bana yapılmıştır” gibi cümleler sarf
ederler. Bu durum hakikaten böyledir. Bu cümleler, âmiyâne tabirle “işkembe-i
kübradan sallama” cümleler değildirler. Bu tür durumlarda kişi, kendi benliğini
özdeşleştirdiği kişiye “gözü gibi bakmak” deyiminin de ötesine geçerek, “kendi
gibi bakma”ya başlar. O kişinin tehlikede olması, mutsuz olması, başarısız
olması gibi durumları kendi başına gelmiş gibi hisseder. Ya da kişi, benliğini
özdeşleştirdiği kişiyi kaybetme tehdidi ya da tehlikesiyle karşılaşırsa o zaman
bunu kendi benliğini kaybetme riski olarak görür. Bu istenmeyen durumu ya da
durumları kendi benliğini savunurcasına bir çabayla gidermeye çalışır. Tamamen bilinçaltına
dayanan savunma psikolojisi içerisinde olan kişinin davranışlarında ise akılcı
bir nitelik bulunamaz. Bu noktada, savunma psikolojisi içinde olan bireyin
güvendiği, sözünü dinlediği üçüncü şahısların “somut” maddi ya da düşünsel yardımları gereklidir.
Bu uzunca yazıyı toparlarsam; benlik ve düşünce ile
gerçeklik arasındaki uyum insan yaşantısının ve ruh sağlığının en temel yapı
taşlarıdır. Benlik zarar görmediği ve düşünce ile gerçeklik arasında uyum
olduğu sürece insan yaşamında ruhsal bir sorun olmaz.
(1)Ekonomiyle politika
arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim dalı.
(2)Beynin fiziksel yapısıyla ilgilenen bilim insanı.
(3)Bir kişinin bir eylemde belli bir süre başarısız
olması sonucunda kişinin bu eylemi asla başaramayacağı düşüncesine gelmesi.
(4)Burada söylemeye çalıştığım, Maslow ve Freud’un aynı
şeyleri söylediği değildir. Şekilsel açıdan iki bilim insanının da
söylediklerinin benzerlik taşıdığıdır.
Soner Bahadır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder