logo

3 Ekim 2013 Perşembe

'Bu kitap bir Türkiye gerçeğidir'

Süreç içerisinde gazeteciler halkın haber alma ihtiyacını karşılamak ve bilinçli bir kamuoyu oluşturmak için canla başla çalışırlar. Kimi zaman bu hizmet farklı ödül ve unvanlarla taçlandırılırken kimi zamanda bedel ödemek zorunda bırakılır. İşte o bedel ödeyenlerin ülkesi burası. Türkiye. Uluslar arası basın meslek örgütleri Türkiye’yi artık gazetecilerin yargılandığı en büyük cezaevi olarak niteliyor. Eylül 2013 itibari ile Türkiye’de cezaevlerinde 66 fikir işçisi bulunmakta


Yukarıda kısaca bahsini ettiğimiz bedel ödeyen gazeteciler arasında 268. günlük esarete mahkum edilen Vatan Gazetesi Muhabiri Çağdaş Ulus yer alıyor. Ulus, 9 ay boyunca yalnızca gazetecilik faaliyetleri yüzünden cezaevinde yaşadıklarını ‘Cemaat İsterse’adlı kitapta topladı. Yazdığı kitabı,”Bu bir Türkiye gerçeğidir” diye yorumlayan gazeteci Çağdaş Ulus ulusalkanal.com.tr’ye konuştu

Gökhan Çelik(GÇ): Kitabı yazma süreci nasıl gelişti. Bu süreçte yakın çevrenin tepkileri ne oldu?

Çağdaş Ulus(ÇU): Aslında tam tersi ailem yakın çevrem yazmamamı istiyordu. Çünkü kitaptan sonra da başımın belaya gireceğini düşünüyorlardı. Çevremdekiler benden daha çok korkuyor. Tabi herkeste bir korku mevcut. Kitabı yazma projem cezaevinde oluştu. Cezaevinde yaşadıklarımın ve cezaevine götürülme sürecinin kamuoyu tarafından bilinmesini istedim. Çünkü basından birçok kişi yaşadığım olayları yüzeysel olarak biliyordu. O nedenle bu kitabı cezaevinde yazamaya karar verdim. Cezaevinde kantinden aldığım deftere yazdım yaşadıklarımı.. Sonra çıktığımda kendi bilgisayarıma yazdım word dosyası halinde ve en sonunda da kaynak yayınlarında projenin çıkmasını sağladık. 

"Kaynak Yayınları'nı özgür olduğu için seçtim"

GÇ: Peki neden bu projenin Kaynak Yayınları’ndan çıkmasını istedin? Kaynak Yayınlarının diğer yayınevlerinden farklı olan yanı nedir sence?


ÇU: Kaynak Yayınları özgür bir şekilde kitapları bastığı, gazeteci ve yazarlara fırsat verdiğini biliyordum. Çıktığımda direkt Kaynaklarına gitmedim çünkü duruşunu bildiğim halde tanıdığım kimse yoktu. Birkaç yere başvurdum, olmadı. Sonrasında Kaynak Yayınlarından Editör Elif Temel ile tanıştım. O beni Sadık Usta ile tanıştırdı. Sadık Bey de projeyi okudu çok beğendi ve bana bu fırsatı tanıdı. Böylece Kaynak Yayınları ile tanışmış oldum. Bana kucak açtılar. En nihayetinde ilk kitabım raflarda yerini aldı. Umarım bu kitap hayırlı olur.

GÇ: Peki kitabını raflarda gördüğünde ne hissettin?

ÇU: 2008 yılında ilk haberim çıktığında göğsüm nasıl kabardıysa, ilk kitabımı raflarda görünce de o gururu hissettim. Çok farklı bir duygu. Yaşandığında anlaşacağını düşünüyorum. İnsanlar o kitabı okuyunca bir gazetecinin neler yaşadığını öğreneceklerdi, bu nedenle de yazmam iyi oldu. 

GÇ: Kitabını okuyan insanlardan nasıl tepkiler alıyorsun?

ÇU: Kitabı okuyan bir çok kişi bana maille, mesajlarla ve mektuplarla bana iletilerde bulundular. Birçok kişinin kitabı beğendiğini bu yolla öğrendim. Bu da bize tabiî ki haklı bir gurur veriyor. İnsanlar okudukça zaten Türkiye’de yaşanan hukuksuzlukları fark ediyor. Bu süreçte Çağdaş Ulus’un başına gelenleri kaba taslak bilenler var mesela. Onlar için bu proje çok iyi oldu. Çünkü yaşanan hukuksuzlukların detaylarını böylece öğrenmiş oldular. Bu kitabı okuduklarında yalnızca benim gibi gazetecilerin suçsuz yere cezaevine koyulduklarının yanı sıra yine suçsuz yere öğrencilerin, aydınların, yurttaşların sahte deliller üretilerek nasıl cezaevine konulduklarını öğreniyor insanlar. Bana gelen mektuplarda bu kitabı okuduklarında gözyaşlarına hakim olamadığını söyleyenler var. 

"Kitabı okurken ağlayanlar var"

GÇ:Kitabı okuyan yurttaşların sana gönderdikleri iletilerden bahsettin. Peki bunlar arasında seni en çok etkileyen hangisi oldu?

ÇU:Milliyet Gazetesi Kıbrıs yazarlarından arkadaşım Sefa Karahasan var. Kendisine ben buradan bir kitap göndermiştim. O kitabı bitirip bana döndüğünde, kitabı okurken gözyaşlarına hakim olmadığını söyledi. Bir gazeteci arkadaşımın bu kitabı gözyaşları içinde okuduğunu öğrenince hayli duygulandım. Bunun dışında halktan çok fazla gelen iletiler vardı. Birçok vatandaş kitabı okuyup yaşanan hukuksuzluklardan ötürü sinilerine hakim olamadıklarını belirttiler. Kitabın belli başlı sayfalarında yine gazeteci Sefa Karahasan gibi gözyaşlarına hakim olamadıklarını ifade ettiler. Aslında bu kitap bir Türkiye gerçeğini yansıtıyor. En önemli tepkiler bunlardı. 

"Erdoğan neden yargılanmadı"

GÇ: Peki kitapta eksik kaldığını düşündüğün bir nokta var mı ?
ÇU:Elbette. İnsan gözaltına alınınca birçok detayı yaşadığı durumdan ötürü atlıyor. Ben bu kitabı yazarken bir çok noktayı atlamışım. Bunlardan en önemli ayrıntı, beni gözaltına almaya gelen polislerle yaşadığım bir diyalog vardı. O diyalog, keşke kitapta yer alsaydı diye düşündüğüm önemli bir konuydu. Bunu kitap basıldıktan sonra hatırladım. Yaşadığım olay şuydu. Sabah sekiz suları polisler evimde aramalara devam ediyor. Evimin altı üstüne getirilmiş bir halde. O sırada ben polislerden Televizyonun açılmasını istedim. Polisler haber kanallarını açtılar. İşte o sırada KCK’ye yönelik operasyonlara yer veriyorlar. Kendim ayaktayım onlar oturuyor o sırada. O süreçte bir ara duygularıma hakim olamadım ve, “Ben haberlere giderdim. Şimdide ben haber oldum” dedim. Tabi bir gazetecinin haber yaparken haber olması yaşanan olayların ne denli vahim olduğunu gösteriyor. Bu detayın kitapta olmasını isterdim. Birde iddianamede yer aldığı halde benim kitapta unuttuğum için yer vermediğim ve pişman olduğum detaylar var. Bunlardan ilki, iddianamede suç teşkil eden Mehmet Ali Birand’ın “Apo ve PKK” kitabı. 90’lı yıllarda yanlış hatırlamıyorsam Bekâ vadisine gitmişti Birand. Apo ve PKK kitabında rahmetli gazeteci Abdullah Öcalan ile bir röportaj gerçekleştirmişti ve bu röportajı Türkiye’de bir kitap haline getirmişti. Bu yayın daha sonra legal bir şekilde raflarda yerini almıştı. Sonrasında bu kitabın bir özeti benim bilgisayarımdaki arşivlerimin arasında bulundu. Şimdi bu kitap özetinin arşivimde bulunması iddianamede bir suç olarak görülüyor. Geçtiğimiz günlerde KCK Basın Davasında savunma yaptım. Savunmada mahkeme başkanı bunu bana sordu. Ben de kendisine bir gazetecinin her türlü kitabı okuyabileceğini ve bu doğrultuda okuyup kamuoyuna bilgi verebileceği yükümlülüğünü dillendirdim. Bunun dışında da eğer bu kitabın suç teşkil ettiğine dair bir belge varsa neden bu kitaptan ötürü gazeteci M. Ali Birand’ın yargılanmadığını ama bu kitabı okuyan birinin neden sorgulandığını sordum. Bunun yazılması gerektiğini düşünüyorum. Bu detay kitaba koymayı unuttuğum noktalardan bir tanesiydi. Diğeri ise, Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin’in sivili halka karşı yapmış olduğu kimyasal gazlı saldırı ile katliam gerçekleştirdi. Bu olaya Kıbrıs’ta öğrenim gördüğüm sürede yaptığım haberde, “Halepce” katliamı kınandı” diye başlık atmıştım.Bu haberin word hali de aramalar sırasındaki hardiskimde çıkmış. Bu haberde savcı tarafından iddianameye konulmuş. Mahkeme tarafından en son yapılan sorguda bu da bana soruldu. Mesela katliam demenin suç teşkil ettiği iddia ediliyor iddianamede. Tabi kendilerine ben, Uluslarası savaş suçları mahkemesinin bu olayı zaten katliam olarak nitendirdiğini, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da Uluslararası Savaş Mahkemesi’ne gönderdiği resmi yazdı da bu olayı büyük felaket olarak adlandırdığını söyledim. Eğer bu husus gerçekten katliam olarak nitelendirmek suç sayılıyorsa neden bu suçtan ötürü Başbakan Erdoğan yargılanmıyor diye sordum. Bunları keşke kitaba koyabilseydim de bu detayları okuyucular okuyabilseydi.

"Tutuklu gazeteciler sorunu Türkiye'nin utanç karnesidir"

GÇ:Bildiğin üzere Türkiye’de tutuklu gazeteciler sorunu var. Ki bu sorun artık uluslar arası kamuoyunun da gündeminde. Artık Uluslar arası basın meslek kuruluşları Türkiye’yi bir tutuklu gazetecilerin bulunduğu cezaevi gibi değerlendirmelerde bulunuyorlar. Sende yakın bir zamanda tutuklu olarak yargılanan gazeteci olarak bu sorunu nasıl değerlendiriyorsun?

ÇU:Kitabımda da yazdım zaten bu meseleyi. Ben cezaevinde olduğum zaman 100’ün üzerinde gazeteci cezaevindeydi. Ancak iktidar hiçbir zaman 100’ün üzerindeki gazetecinin cezaevlerinde olduğunu kabul etmedi. Her seferinde 8 gazetecinin olduğunu vurguladılar. Onlarında Enformasyon Müdürlüğü tarafından verilen sarı basın kartlarının olmasından dolayı 8 diyorlardı. Zaten bu kişilerinde mesleki faaliyetlerinden değil de terör suçlarından dolayı içeride olduklarını öne sürdüler. Diğer gazetecileri Başbakanlığın verdiği Sarı basın kartı olmadığı için gazeteci yerine bile koymadılar. Ben sarı basın kartı sahibi 8 kişinin arasındayım. Sarı Basın Kartı’nın olup olmamasının birileri tarafından benim gazeteci olup olmadığımı kanıtlamaz. Benim yaptığım iş bunu kanıtlar…

Tabi ben tahliye olduktan sonra bu sayı 70 civarına düştü. Tüm dünya bugün Türkiye’yi bu sorundan dolayı eleştiriyor. Sizin de dediğiniz gibi Türkiye tam bir tutuklu gazetecilerin yargılandığı bir cezaevi oldu. Şuan basın özgürlüğünün yerlerde süründüğü bir dönemde yaşıyoruz. Daha öncede gazetecilere baskılar söz konusuydu. Cumhuriyetin kuruluşundan beri gazetecilere baskılar vardı. Bu baskıların yaşandığı dönemlerden birisi Adnan Menderes dönemiydi. Bu devirde de ya gazeteciler işten çıkarılıyor, yada sahte deliller üretilerek içeri tıkılıyor. Başbakan geçtiğimiz günlerde bir paket açıkladı mesela. Bu paket içinde gazeteciler, üniversitelerde parasız eğitim istediği için içeride bulunan öğrenciler için hiçbir madde yok. Bu pakette ben özgürlük göremedim. Öncelikle hükümetin düşünce özgürlüğüne çözüm bulması gerekiyor. Bu nedenle dünyada düşünce özgürlüğünü zindanlara tıkan bir ülke olarak utanç karnesinde yerimizi almış bir yerdeyiz.

"Unvanınız batsın!"

GÇ:Parasız eğitim demişken aklıma Sami Menteş geldi. Biliyorsun ki Menteş Dünyanın en genç tutuklu gazetecisi unvanına sahip. Hafızam beni yanıltmıyorsa senin cezaevinde tutuklu kaldığın süre 268 gün. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Sami Menteş ise 262. günü olan 10 Ekim’de mahkeme karşısına çıkacak. Menteş’e isnad edilen suçlar arasında üniversitedeki parasız eğitim için yapılan eyleme katılım göstermesi sonucunda örgüt üyesi olduğu gerekçesi sunuluyor. Aslında senin yaşadıklarına Sami Menteş’in yaşadıkları benziyor. Çünkü sen Kalkavan ailesinin işledikleri suçları deşifre ettin, Menteş ise Hrant Dink Davasına bakan Merhum Hakan Karadağ’ın evinde ölü bulunması ile ilgili haber çalışmalarının olduğunu biliyoruz. Bu kapsamda sen bu süreci nasıl değerlendiriyorsun?


ÇU: Sami Menteş dışarıda iken ben tutuklu bulunuyordum. Ben tutuklu iken Türkiye’nin en genç tutuklu gazetecisi bendim. Daha sonra bu unvanı Sami’ye verdiler. Genç meslektaşım tutuklandığında ilk tepkim “Unvanınız batsın!” olmuştu. Üniversite öğrenimi gören ve gazetecilik faaliyeti dışında hiçbir şey yapmayan insanın saçma sapan nedenlerle içeriye tıkılmasını zaten kimse hazmedemiyor. Bende hazmedemiyorum. Parasız eğitim isteyemek bir tek DHKP-C’nin isteği değil. Milliyetçisinden, sosyalistine, Kemalistinden, Kürtlerine kadar bir çok kişi istiyor. Bir tek DHKP-C güdümünde olmadığını hepimiz biliyoruz. Sami Memteş’inde üniversitede katıldığı basın açıklamaları en büyük suç delili olarak gösteriliyor. Bun hadiseyi de DHKP-C’ye bağladılar. Bu başlı başına bir saçmalık. Sizinde dediğiniz gibi Sami tutuklanmadan önce çok önemli bir haber peşinde araştırmalar yapıyordu. Gazeteci meslektaşları, Yurt Gazetesi’ndeki çalışanları bunu sürekli dile getiriyorlar. Menteş’in peşinden olduğu haber Hrant Dink’in evinde ölü bulunan avukatı Hakan Karadağ’dı. Gazetecilerin içeriye terör suçundan alınmadığını bizde biliyoruz. Bu kişiler birilerinin ayağına bastıkları için içeriye alındılar. Benden bu gazetecilerden biriyim. Diğerleri de bunlardan biri, Sami Menteş’de bunlardan biri. Sami Menteş’e bu bir gözdağı idi. Ben inanıyorum ki 10 Ekim günü başlayıp 3 gün sürecek olan davada Sami tahliye olacak. İnşallah özgürlüğüne kavuşur. Önce üniversitesini bitirir sonra mesleğini yapar.

"Mustafa Mutlu Aydınlık'ta özgürce yazıyor"

GÇ: Tekrar kitaba dönecek olursak Çağdaş, kitabında yazdığın üzere cezaevinde iken her türlü desteği senden esirgemeyen ve yanında olan; senin de kendisine babam dediğin bir yerde senin dışarıdaki sesin olan Mustafa Mutlu’nun Aydınlık Gazetesi’nde yazılarına devam etmesini nasıl değerlendiriyorsun?

ÇU: Mustafa Ağabey benim gözaltına alınıp tahliye olduğum güne kadar en büyük destekçimdi. Desteği hala da sürüyor. Kitabımın ön sözünü de sağolsun Mustafa abi yazdı. İçeride iken yazdığı yazılar ile bana güç veren ve zaten tahliye olmamdaki en büyük payı olan kişidir yine kendisi. Mustafa Ağabey olmasa idi ben halen içeride olabilirdim. Mustafa Mutlu, değerli avukatım Hüseyin Ersöz ile birlikte delilleri toplayarak ve bunları dillendirerek tahliye olmamı sağladı. Bir süre sonra da Mustafa Ağabey çalıştığım kurumdan ayrıldı. Mutlu’da bu olaydan sonda Aydınlık Gazetesi’ne geçti. Kendisi, yazılarını ve düşüncelerini rahatça dile getirebileceğini bildiği için şuan orada olduğunu söyledi. Zaten ilk günden beri de özgür bir şekilde yazılarını yazmaya devam ediyor. Umarım hem Mustafa Ağabey için hem de Aydınlık Ailesi için hayırlı olur. Biz şuan ayrı kurumlarda çalışsak da görüşmelerimiz devam ediyor. 

"Mustafa Ağabey olmasaydı şuan içeride olabilrdim"

GÇ: Hazır Mustafa Mutlu’nun bahsi geçmişken şunu sorayım sana. Sen 268 günlük cezaevinde bulunduğun süre zarfında psikolojik işkenceler maruz kaldığınız belirtmişsin kitabında. Tam da bu noktada Mustafa Mutlu senin dışarıdaki sesin oldu. Birçok kere sana uygulanan psikolojik şiddeti köşesine taşıyıp bilinçli bir kamuoyu oluşturdu. Sana sorum şu ki, sen bir şekilde cezaevindeki psikolojik işkenceyi duyurmayı başarabildin. Ya senin yerinde olmayıpta psikolojik şiddete maruz kalanlar için çözüm ne olmalı? Yaşayan canlı bir tanık olarak neler söylersin?

ÇU: Ben cezaevinde sahip çıkılan insanlardan biri olduğum için sesimi duyurabilmeyi başardım. Benim yaşadıklarım değerli insanların sayesinde bir şekilde duyuldu, öğrenildi. Sonrasında tüm bunların ardından Adalet Bakanlığı tarafından soruşturma açıldı. Ancak bu konu hakkında takipsizlik verildi darp olmadığı için. Onur kırıcı hareket savcılar tarafından suç teşkil etmedi. Aslında herkes biliyor ki bu kanun nezninde bir suç. Adalet Bakanlığı kurumunu ve gardiyanlarını aklama adına bu şekilde takipsizlik kararı uyguladı. Böylece bu olayı kapattılar. Ancak sahibi olmayan insanlar cezaevilerinde çok. Orada gariban insanlar var. Bu insanlar aylık 40 TL ile 80 TL arasında çalıştrılıyor. Bunlar cezaevlerinde temizlik işlerine, yemek işlerine ve yemek dağıtm işlerine bakıyorlar. İşte bu çalışan mahkumlara verilen komik ücretler Adalet Bakanlığı bünyesindeki cezaevlerindeki sömürü sistemini gözler önüne seriyor. Bu zaten psikilolojik şiddetin dışında insan haklarının sömürülmesi konusunda en büyük örnektir. Bunun öncelikle üstüne gidilmesi gerek. Şimdi insanlar mahkum oldu diye 40 Lira 80 Lira’ya köle gibi çalıştırılması normal mi? Ben her gittiğim yerde ve verdiğim röportajda bunu dillendirmeye çalışıyorum. Mahkumlara verilen bu paranın artırılması gerekiyor. Bunun dışında cezaevlerinde normalde işçi olarak çalıştırılmayan ancak gariban oldukları için alınıp temizlik yaptırılan insanlar var. Bu kişiler ücret almıyorlar. Gardiyanlarda gariban oldukları için bu insanları alıp istedikleri işi yaptırıyorlar. İçlerinden birileri bu duruma karşı çıktığı zaman ise gardiyanlar tarafından boş bir oda da dövülüyorlar. O yüzden pek seslerini çıkaramıyorlar. Demek istediğim Adalet Bakanlığı’nın bu bağlamda biran evvel harekete geçmesi gerekmektedir. Onun dışında bitmiyor cezaevindeki işkenceler. Mesela cezaevine ilk giren kişilerin anadan doğma soyulması meselesi var. Buna karşı çıkanlar ya disiplin koğuşuna atılırlar yada haklarında ayrı bir mahkeme açılır. İnsanların anadan doğma soyulurak aranması ne demektir? Adalet Bakanlığı’nın bu soruya cevap vermesi gerekiyor. 

"Pakette özgürlükten bahsetmek mümkün değil!"

GÇ: Hazır çözüm demişken bir de Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde açıkladığı “Demokratikleşme Paketi” ülkedeki bu benzeri konulara çözüm sağlar mı, nasıl değerlendiriyorsun?
ÇU: Herkesçe bilindiği üzere bu paket hiçbir şekilde çözüm sağlamaz. Bu bir seçim rantıdır. Özgürlüklerden bahsetti Başbakan ama özgürlüklerle ilgili bir şey göremedim ben. Gazeteciler hala cezaevinde. Öğrenciler hala cezaevinde . Başbakan öncelikle bunlara çözüm bulması gerek. Ancak bu şekilde başbakan özgürlükten bahsedebilir. Kaldı ki pakette en büyük payı türban oluşturuyor zaten. Onların tek derdi kendi çevresindekilerin oy potansiyelini düşünerek kendilerine yol yapmak. Kısacası bu pakette özgürlükten bahsedemeyiz.

"Bu dava bitsin istiyorum"

GÇ: Son olarak neler söylemek istersin?

ÇU: Yargılandığım dava halen devam ediyor. Artık biran evvel bu dava psikolojisinden kurtulmak istiyorum. Bu davanın sonuçlanmasını bekliyorum. Çünkü bu dava sonuçlanmadığı sürece ben ne mesleğimi rahat icra edebiliyorum ne de bir şeye adapte olabiliyorum. En basit örneği gazetemde haber yaparken bile acaba bu haberden dolayı hakkımda dava açılır mi diye çelişki yaşıyorum. Tek çaremiz var bu ülkede özgürlükler, insan hakları ve toplumsal barış.


Gökhan ÇELİK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder