Yukarıdaki kareler iyi bakınız ve
sadece bedeninizle değil, düşüncelerinizde, vicdanınızla da o
kareleri hissediniz. Bu kareler 9 Eylül’de dünya medyasının
gündeminde yer alan Macar televizyon kanalı N1TV kanalı için
çalışan Petra Lazslo’nun bir Alman meslektaşı Stephan Richter
tarafından çekilen (RTL ve n-tv) polis barikatından kurtulup
kaçmaya çalışan Suriyeli mültecilere çelme takma, tekme atma
görüntüleri.
Stephan Richter’in twitter hesabından
paylaştığı görüntüler yalnızca kendi ülkesinde değil tüm
dünyada tepkiyle karşılandı. Tüm dünyada sürdürülen kampanya
sonucu Lazslo’nun çalıştığı kanalın yöneticisi, Lazslo’nun
mültecilere karşı “davranışı kabul edilemez” olarak
nitelendirip kadın kameramanın işine son verildiğini açıkladı.”
Tepkilerden dolayı Lazslo, “Ben çocuklara tekme atan kalpsiz,
ırkçı kameraman değilim” diyerek özür diledi. Ayrıca
Lazslo’nun açıklamasından anladığımız kadarıyla facebook
hesabı üzerinden hem tehditler hem de destek almış.
Buraya kadar hikaye normal gibi
(başkaları için, benim için hiç de değil). Ancak ilginç olan
ve üzerinde durulmaya değer kısmı bu olayın ötesi.
Uluslararası Göç Örgütü’nün
Ağustos ayında yayınladığı rapora göre; Başta Suriye olmak
üzere pek çok insan savaş ve insan hakları ihlallerinden kaçarak
daha iyi bir yaşam umuduyla Avrupa’ya kaçmaya çalışıyor.
Ancak Avrupa’daki aşırı sağcı gruplar göçlere sıcak
bakmıyor. Öyle ki Avrupa’da yabancı düşmanlığı zirvede.
Almanya’nın başkenti Berlin’de iki aşırı sağcı Doğu
Avrupalı göçmen bir anne ile iki oğlunu önce sözlü taciz
ediyor, ardından çocukların üzerine idrarını yapıyor. Yine
Almanya’nın başkenti Berlin yakınlarındaki Nauen’de
göçmenlerin geçici olarak yerleştirileceği spor salonu
kundaklanıyor. Fransa’da cami benzinle ateşe veriliyor.
İsviçre’nin Bern kantonundaki Thun’da, “Leyla” adlı
Makedonya kökenli bir Müslüman öğrenci başörtülü olduğu
için eve gönderiliyor. Bunlar rapora geçen olaylardan bazıları.
Gazetecilik meslek öğretilerinden
biri “gazeteci haber yapar, haber olmaz” dır. Ve bunu her
gazeteci de bilir. Ayrıca gazetecinin tarafsızlığı ilkesi
üzerinde de neredeyse herkes mutabıktır. Ve eminim ki kameraman
Petra Lazslo’nun da bu öğreti ve ilkeyi bildiğine şüphe
yoktur. Macaristan’da gazeteciler örgütlenmesi olarak Macar
Gazeteciler Ulusal Birliği vardır ve bu birliğinde yayımlamış
olduğu yaklaşık 11 sayfalık bir etik kodlar bildirgesi vardır.
Her Macar gazeteci gibi Petra Lazslo’da bu etik kodlar bildirgesine
uymayı taahhüt etmiştir.
Yukarıda söz ettiğim Uluslararası
Af Örgütü’nün raporundaki tespitler, olayın Petra Lazslo’nun
(Macaristan’daki aşırı sağcı Jobbik partisine yakın - ihtimal
kendisi de aşırı sağcı olabilir, zaten medyada yer alan tüm
haberlerde de böyle düşünülmesi istenmiş - TV kanalında
çalışan biri olarak) eyleminin münferit olmadığını
göstermektedir. Bu, göçlere karşı bir yabancı düşmanlığıdır
(xenophopia), köktenciliktir (fundamentalism) ve tabii her
türlüsüyle (yabanıl ve öğretilmiş) hoşgörüsüzlüktür.
“En korkunç hoşgörüsüzlük
farklılığın ilk kurbanları olan yoksullarınkidir.
Zenginler/egemenler arasında ırkçılık yoktur.
Zenginler/egemenler olsa olsa ırkçılık öğretilerini
üretmişlerdir; oysa yoksullar ırkçılığın çok daha tehlikeli
olan uygulamasını üretirler.” Eco’nun bu tespiti tam da
Lazslo’nun durumuna uymaktadır. En hüzünlü yazgılardan biri
olan sürgüne uğramış insanlara benzer sosyal koşullardan olan
birinin saldırısı.
Her ne kadar bu kavramlar 20. yüzyılda
evrilen insanoğlu düşüncesinin bir sonucu olarak hoşgörülemezlik
eşiğine takılsalar ve eleştirilseler/tepki gösterilseler de
kabul edelim ki derinlerde hep vardır. Derinliğinin nedeni ne
içinde yaşadığımız yüzyıl ne de bir önceki yüzyıldır.
İsa, Musa, Muhammed çağlarında da, kavimler göçünde de,
Avrupa’nın cadı avcılığı döneminde de, Yahudi karşıtlığında
da bu kavramlar karşımıza çıkar.
Peki yabancı düşmanlığının,
köktenciliğinin, hoşgörüsüzlüğün bir çaresi var mıdır?
Eco şöyle yazar;“Entelektüeller yabanıl hoşgörüsüzlükle
(ilkel dürtülere dayalı hoşgörüsüzlük) savaşamazlar, çünkü
düşünceden yoksun katışıksız hayvanilik karşısında düşünce
silahsız kalır. Ama öğretisel hoşgörüsüzlükle savaşıldığında
fazla geçtir artık, çünkü hoşgörüsüzlük bir öğreti haline
geldiğinde savaşmak için vakit çok geç demektir ve bu savaşı
yapmak durumunda kalanlar, onun ilk kurbanı haline gelirler…yabanıl
hoşgörüsüzlükle daha en baştan, en küçük yaşlardan başlayan
sürekli bir eğitim aracılığıyla, bu hoşgörüsüzlük bir
kitapta yazıya dökülmeden, fazlaca yoğun ve katı bir davranış
kabuğu haline gelmeden savaşılmalıdır. ”
Eco kanımca haklıdır. Bu Avrupa’nın
ve tüm dünyanın vermesi gereken bir savaştır. İstesek de
istemesek de üçüncü dünya, gelişmiş ülkelerin bulunduğu
coğrafyalara gönüllü ya da gönülsüz göç etmektedir, sürgün
edilmektedir. Karşı karşıya kalınan sorun Paris Üniversitesine
baş örtülü öğrencilerin alınıp alınmayacağı ya da
Berlin’e/Roma’ya kaç cami yapılacağı değildir. Sorun şudur;
gelecek yüzyıl içinde gelişmiş ülkeler çok daha fazla çok
“ırklı” veya isterseniz “renkli” olacaktır. Hoşunuza
gitse de gitmese de.
Hemingway’e başrahipken yaptığı
konuşmaları esin kaynağı olan şair John Donne’nin dediği gibi
"Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına;
anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak
tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir
burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce
bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım;
işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını;
senin için çalıyor."
* Amerikalı roman yazarı, gazeteci
Ernest Hemingway’in, İspanyol İç Savaşı sırasında
dağlarda faşistlere karşı savaşan gerilla güçleri arasında
bulunan Amerikalı bir İspanyolca profesörü olan Robert Jordan'ın
gözünden savaşın anlamsızlığını sorguladığı romanı
Adem Ayten
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder