logo

22 Aralık 2015 Salı

Gerçekliğimizi bilelim

İlk yazının hatrına hızlı bir giriş olsa sanırım yadırganmaz. Yazımın başlığında da belirtmiş olduğum gibi amaç, yapılan siyasi faaliyetin toplumsal olarak ne ölçüde karşılık bulduğudur.

Devrimcilerin çeşitli çıkış yolları gözeterek arayış içerisinde bulunup kendilerini var ettikleri toplumsallıktaki reel karşılıkları, toplum yapısını oluşturan bireylerin bir araya gelerek ömrünün büyük bir zaman diliminde, sokak heyecanına camlarından alkış bile tutmamış her yaş kuşağından insanların eylem kültürü nedir sorusuna verilecek yanıt; o anın ihtiyacını karşılayacak şekilde siyasi zeminin elverişlilik derecesi ile eylemliliğe dahil olan insan topluluğunun politik olgunluğu arasında kurulan terazinin dengesindedir.

Türkiye özelindeki sosyalist hareketin mücadele sürecinde, değişim arayışında başvurdukları arayış algısı, eylem alanlarında salt slogan atıp, çok gecikmeden polis saldırısı olacağına kesin gözüyle bakılarak, anormal olan bu durumun gittikçe sıradanlaştırılmasına mantık ilkelerini bir kenara koyarak ''müsaade'' edip, 100 - 150 mt geriye çekilerek -kitlenin örgütlülere güven duygusu pek de düşünülmeden- kızıl bayrakları sallamaktan mı ibaret olarak sürdürülecek ? Ellerde yükseltilen sosyalizmin bayrağı, karşılaşılan zor durumlar karşısında aklın yaratıcı ve 'cephe' gerisindeki kitleye kıvraklık hünerini sergilemekten yoksun mu bırakılacak?

Şu durum farkı anlaşılmalı: Türkiyeli sosyalistlerin sınıfsal mücadeleye olan inancının ölçüsü, hapiste yatıp yatmamak ve/veya hapiste yatılan günlerin sayısal azlığı veya çokluğu ile ölçülmemelidir. Devrimciler herşeyden önce yaşamak, yaşatmak ve kendilerini var etmekle görevli ve yükümlüdür. Sosyalist solun yoğun olduğu bölgelere sistem güçlerinin baskısı sonucu kadrolarda ortaya çıkan ''sivrilme/bilenme'' hali, toplumda siyasete kapı aralayan insanlar nezdinde dahi endişelendirici bir görüntü oluşturmasının yanı sıra, Türkiye'de sosyalist olmak, beraberinde darp, şiddet, gözaltı ve işkencenin kaçınılmaz ve hatta ''alışılagelmiş'' bir durum olarak bilinçaltına yerleştiriliyor. Gerçekler bu şekliyle kenarda dururken devrimciler, toplum önünde işlettiği bilinçleri ve sergilediği davranışlarıyla içerisinde bulundukları insanlığa rolmodel olduklarının farkında olmalıdırlar.

Evet, 1980 faşist darbesinin toplum içerisinde en büyük başarısının, ''örgütlenmek'' kelimesine karşı insanlarda; öncesinde yaşanılıp hatırlanılması bile istenilmeyen hatıralar oluşan, insanların içlerinde yaşadıkları ve korku yüklü, endişe verici duygunun birikimi olduğu gerçeğiyle herkes ister istemez yüzleşiyor.

Devrimcilerin içinde bulunarak kendilerini var ettikleri toplumsallıkta reel karşılıkları, hitap ettikleri/edecekleri alandaki yaşam tarzının kavranması ve o yerelliğin kendine özgü tarzına uygun söylemlerin geliştirilmesi ile mümkündür. Devrimciler, yani değişim isteyenler, temas etme eğilimini buldukları ve gösterebildikleri yerelliğin yaşam koşullarını öncül kabul edip, on yıllardır süren devrimci giyim, hitap, kurulan iletişimde seçilen kelimeler, dinleme ve konuşma tarzı, yaklaşım kültürünü, değişen Türkiye ve Dünya yapısına uyumlu bir form geliştirip güncelleyerek, nüfus ettikleri bölgenin insanlarını kendileri ile birlikte devrimcileştirebiliyor olacak yeteneği göstermelidir. Arzu edilen hedefte nihayete ulaşmayı mümkün kılacak incelik de burada yatmaktadır.

Türkiye'de politik yaşam içerisinde faaliyet göstermenin ilerleticiliği, sistem karşısında atılan her bir adım ve gerçekleştirilen her hamle, toplum tarafından bir gözle irdelenip, ne derece karşılık bulduğu ve insanların yapılan hamleye ne derece aidiyet duygusuyla yaklaşarak sahiplenme hissi geliştirdiği gözetilmek zorundadır. Türkiye özelinde konuyu ele alalım. Hemen hemen herkesin büyük oranda ortaklaşacağı bir nokta, emek gücüyle geçinen nufüsun büyük bir çoğunluğunu içine alan kısmın sınıfsal bilinçin olgunlaşmadığı gerçeğidir. Yakıcı olan ve müdahale edilmek üzere tetikte beklenilmesi gerektiği aşikar olan ise, sınıf bilinci oluşmadığı gerçeğinin bu dinamiğin sınıfsal karakterini değiştirmediğidir.

Güncel ihtiyaçta şu gerçekle yüzleşmek kaçınılmaz olacak ki, emekteki form değişmiştir. Kasıt, teknik olmasından daha çok biçimseldir. Maksim Gorki romanlarında geçen eli nasırlı ve heybetli, üstünde kendinden geçmiş tulum ile torna tezgahı veya makine başına geçen form yapısının yerine daha çok, Taksim barikatına koşarken manikür yapılı elleriyle topuklu ayakkabısını bir çırpıda çantasına yerleştirerek gözlerinden akan makyajını temizlemeye lüzum duymadan, polisin attığı gaz fişeğini elinde Talcidli su ile karşılayan bir form ile karşı karşıyayız. Peki ya bu tarza sahip çalışana ''banel'' gelmeyecek söylem geliştirildi mi ?

Süha Küçük

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder