9 yıl 15 gün sonra annemin babasından sonra babamın
babasını da yine bir Kasım günü kaybettik. Birinin ölümü Ramazan’a diğerininki
Muharremin onuna denk düştü. İlkinin acısı ne kadar büyük olduysa ikincisinin
ölümü O'nu daha da derinleştirdi. Derinleşen bu acı bende onların hikayesini
yazma fikrini geliştirdi. Vefat haberini ilk aldığım andan itibaren yazının
taslağı da zihnimde belirdi ve sonraki birkaç gün içinde de olgunlaştı.
Anadolu’da ve hatta dünyanın birçok mahalinde yaşanmış
tarihin yazılmamış kısmında kalan benzer öykülerin varlığından eminim. Yine de
bu öykü dedelerimin öyküsü olması dolayısıyla benim için özel.
Emin olamamakla birlikte 1929 Buhranı'nın tüm dünyayı vurduğu,
sıkıntıları daha da derinleştirdiği, yaşadıkları coğrafyanın Fransız yönetimi
altında olduğu bir zamanda iki komşu köyün çocukları olarak dünyaya geldiler. Birinin
ailesi dedesinin Osmanlı bürokratı olması dolayısıyla Büyük Cihan Savaşı öncesi
Sancak’ta görevlendirilmesiyle yerleşmişti Sancak’a. Diğerinin dedesi ise
babalarından kalan mirası paylaşamayan kardeşlerin her birinin bir yakın
mahalle dağılmasıyla. Mutat olduğu üzere nüfusa geç kaydettirildiler. Erkek
çocuklarının askere geç göndermek amaçlı yaygın bir uygulamaydı. Dolayısıyla asla ne kendilerinin ne de
bizlerin doğru doğum tarihlerini bilmesi mümkün oldu. Hangisi küçüktü hangisi
büyüktü onu da bilmek söz konusu değil. Ancak baba tarafımdan dedemin
bayramlarda anne tarafımdan dedemin yanına bayramlaşmaya gitmesinden babamın
babasının annemin babasından küçük olduğu düşüncesini doğuruyor bende.
Kaderin bir oyunu mu yoksa planlı mıydı bilemiyorum babaları
çocuklarına yörede türbesi bulunan eren Beyazıt Bestami’nin etkisiyle yaygın
bir isim olan Bestami ismini verdiler. Yerel şiveyle Bostan. İki Bostan doğduklarında
akrabalar mıydı bundan söz ettikleri duyulmuş değil. Ancak 1929 – 30
İskenderun’unda ki nüfus düşünüldüğünde kuvvetle muhtemel akrabaydılar.
Aralarında bir akrabalık olmasa da çocuklarının evliliğinden önce aralarında
bir akrabalık tesis olmuştu.
Oyun arkadaşı değil ama çoban arkadaşlıklarının, hasat
arkadaşlıklarının olduğu muhakkak. Asla aralarındaki ilişkinin ne boyutta
olduğunu bizlere göstermedikleri için birbirlerini severler miydi, bilemiyorum.
Ancak aklımın erdiği günden hayattan göçtükleri zamana kadar birbirlerini
kırıcı bir tek söz söylediklerini duymadım. Hatırladığım kadarıyla çocuklarının
evliliğinden de hep mesuttular.
17’lerine bastıklarında babaları kendilerinden 2 yaş
küçük Ayşeler ile evlendirdi onları. Kaderin cilvesi ya aynı ismi taşıyan iki
erkek aynı ismi taşıyan iki kadınla evleniyorlar. Severek mi evlendiler diye sorarsanız o günün
koşullarında evliliklerinin büyüklerin anlaşmasıyla tesis edildiği kuvvetle
muhtemel. Her ikisi de 7 kardeşti, ikisinin de 7 çocuğu oldu; 4 erkek 3 kız.
Biri evlat acısını genç yaşta ölen oğluyla öteki torun acısını yaşadı.
Fransız yönetimi altında geçen çocukluk dönemlerinde
Fransız askerlerinin yerli halka yaptıkları zulmü asla unutmadılar. Bağımsız
Hatay Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sevinçle karşıladılar. Babaları da Sancak’ta
yaşayan her Türk ailesi gibi bağımsızlık sürecinde ciddi rol üstlendiler. Bağımsız
Hatay Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve anavatana katılma sürecinde ilerlemiş
hastalığına rağmen ciddi mücadele veren Mustafa kemal Atatürk’ü çocuk yakından
görme fırsatını oldular. Sarışın mavi gözlü adam anılarında hep canlı kaldı.
Birini öyle etkiledi ki sarışın mavi gözlü adamdan, muhtemelen çocuğun
sarışınlığı ve mavi/yeşil gözlerinin etkisiyle ilk doğan ve erkek olan çocuğuna
Kemal adını verdi.
10’lu yaşları ikinci dünya savaşı yıllarına denk düştü.
Artık her şeyi daha iyi kavrayabiliyorlardı. O yılların karaborsa, kıtlık,
yokluğunu hiç unutamadılar. Savaş sonrası dönemde birinin ailesi küçük bir
burjuva ailesi olma yolunda ilk adımlarını atarken diğerinin ailesi köy
hayatına 70’lere kadar devam etti.
Akıp geçen zaman içinde çocukları büyüdüler, 70’lerin
ortalarından itibaren büyüyen çocuklar teker teker evlenmeye başladılar. 70’li yılların sonunda 50 yaşına bastı
basacakken ilk torunlarının dünyaya göz açtıklarına şahit oldular. Torunların
sayısı 80’lerde, 90’larda arttı. Derken torunları artık üniversite mezunu
olurken 70’lerine basıyorlardı. Ve bu iki adaşdan kuvvetli olasılıkla büyük
olanı için 70’li yaşların başı son duraktı. Diğeri için bir 10 yıl daha vardı.
Biri 70’lerinin başında Ayşe’sini bu dünyada yalnız
bırakırken diğeri 80’lerinin başında bıraktı. İlk yalnız kalan Ayşe kocasının
asla kabullenemedi. Diğeri ise bunamış haliyle dahi kocasının kendisini yalnız
bırakıp gittiğini hissetti. Gözyaşları birbirine karışan iki torununa
dudaklarından çıkan “Baba gitti” sözleri eşlik etti.
Yaklaşık aynı boyda olan iki adaşdan biri esmerdi,
diğerinin aileden gelen bir sarışınlığı vardı. Esmer olan daha iriyarı görünürdü.
Gençliğinde çok da yakışıklı olduğu söylenemez lakin yaşlanmayla birlikte
güzelleştiği görülür. Diğeri sarışınlığın verdiği yakışıklılığa sahipti hep. Bir
ne kadar konuşmayı, insanlarla kaynaşmayı severse öteki o kadar az konuşurdu.
Her ikisi de yalnızlığı, yitikliği severdi. İkisi de kendisiyle kavgalıydı,
daha doğrusu benlikleriyle mücadele halindeydiler hep. Her ikisi de
gençliklerinde asabiydi. Torunlarla birlikte yumuşadılar, ayrı bir düşkün
oldular. Hatta sevgileri öyle güçlüydü ki sigarayı bıraktırdı ikisine de. Asla
söylemeseler de torunlarıyla duydukları gurur gözlerinin ışıltısında okunurdu.
Birinin torunları dışında bir şeye bağlılığı ya da düşkünlüğü görülmemişken,
diğeri 20’li yaşlarının başında tanıdığı İstanbul’a hep aşık kaldı. İstanbul
aşkı babasından kalan asla vazgeçemediği toprakların sevdasına karıştı.
Birbirine zıt bu iki karakter dedelerimdi. İtiraf etmem
gerekir ki birini diğerinden çok severdim. Sevmediğim olanın beni ve
kardeşlerimi diğer torunlarını kadar sevmediğini düşündüğüm için ona karşı
sevgim biraz daha azdı. 2005 ya da 2006 yılında aramızda geçen bir konuşmada
geçmiş için bu düşüncemi doğrulayan imalarda bulunmuştu. İtirafıyla erdemli bir
insan olduğunu göstermiş, bizlere aslında büyüdükçe ne kadar düşkün hale geldiğini
anlamıştım.
Ömürleri yaklaşık cumhuriyet kadar olan bu iki adam
ülkenin geçtiği her cendereden geçti. Doğdukları tarihte elektrik bile hayalken
ölümlerinde teknolojisinin şaşkınlığını çoktan aşmışlardı.
Hep biz torunları için ihtiyar olan iki adam yattığınız
huzur için yatınız. Her daim biriniz anıldığında ötekiniz de kalplerimizde
hatırlanacak. Her işinizde olduğu gibi ölümünüzü de çaktırmadınız ya, helal
olsun.
Adem Ayten
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder