logo

27 Ekim 2012 Cumartesi

VAROLUŞUN DAYANILMAZ ÇELİŞKİSİ


Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, edebiyat dünyasında hayli ses getiren ve yayınlanmasının üzerinden 28 yıl geçmesine karşın hala yankısını yitirmeyen, okunması gereken kitaplar listesinin olmazsa olmazlarından bir başyapıttır. Varoluşçuların sonuncusu olarak nitelendiren Çek asıllı Fransız yazar Milan Kundera, pek çok okuyucunun hayatına bu eşsiz romanıyla girmiştir.

İletişim Yayınları’ndan çıkan eserin orijinal adı “The Unbearable Lightness of Being” olarak gösterilse de kitap yazar tarafından Çekçe kaleme alınmıştır ve asıl adı “Nesnesitelná lehkost bytí”dir. Kitabın ismiyle ilgili şaibe bununla sınırlı değildir. Öncelikle “var olmak” fiili birleşik değil ayrı yazılmaktadır. İkincisi ise dayanılmaz sıfatı Türkçe’de iki anlama gelmektedir: Karşı konulamaz olan ya da çekilmez, katlanılmaz olan. Kitabın ismindeki “dayanılmaz” ise ikinci anlamında kullanılmıştır. Nitekim yazar, bunu o şekilde çevirmediği için sonraları pişman olmuştur.

Kitap, ağırlık-hafiflik sarmalını temel almakla birlikte okuyucuya zengin bir içerik sunmaktadır. Zihinsel olarak tam bir motivasyon ve dikkatli bir okuma gerektirir. Romanın içine derin bir felsefeyi yediren yazar, akıcı üslubuyla okurun işini kolaylaştırır.

AĞIRLIK/HAFİFLİK SORUNSALI

Kundera, kitap boyunca ikili karşıtlıklar kurar. Ağırlık/hafiflik, ruh/beden, bağlılık/ihanet, aşk/cinsellik... Ama kurduğu taraflardan herhangi birini olumlamaz yazar. Bu görevi okuyucuya bırakır. Yazar, her karakteri bu saflardan birine yerleştirir ve romanın sonlarına gelindiğinde ise denklemi ters çevirir.

Yazar, Nietzsche'nin ebedi dönüş mitiyle açar kitabı. Böylelikle okuru felsefi bir içeriğe hazırlamaktadır. Nietzsche "İnsanın tüm yaşamı durmadan döndürülen bir kum saatidir." der ve yinelenmeyecek olan yaşamı bir gölgeye benzetir. Attığımız her adıma sonsuza kadar yinelenmenin verdiği sorumluluğun ağırlığı gelir. Her şey hafifleştiğinde varlığı tutan bir çekim kalmaz, dayanılmaz olur artık. Kundera, hemen bunun karşısına Parmenides'in tek seferden ibaret olan yaşamlarımızın hafifliğini olumlayan görüşünü yerleştirir. Devinimleri önemsizleştikçe, birey özgürleşir. "Sadece bir kere olan şey, hiç olmamış demektir."

Yazar yaşamı bir taslak olarak görür. “Önceden uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibiyiz.” der. Ama bu taslağın tamamlanması da mümkün olmayacaktır. “yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın?”

Roman, ikili karşıtlıkların daima farklı taraflarında duran dört ana karakter etrafında şekil alır: Tomas, Tereza, Sabina ve Franz. Tomas ile Sabina'yı karşıtlığın hafiflik tarafına, Tereza ile Franz'ı ise ağırlık tarafına yerleştirebiliriz pekala. Kitabın sonunda, kum saati ters döner. Hafiflikten yana hayatlar ağırlığa, ağırlıktan yana hayatlar hafifliğe evrilir. Kadın erkek ilişkilerinde iki cinsiyetin olaylara bakışındaki farklılık, romanın temel izleklerinden birisidir.

Tomas doktor olmakla birlikle pek çok kadınla kurduğu ilişkilerle çıkar karşımıza. “Erotik dostluk” koyar bu ilişki türünün adını. Tensel aşkın hafifliği karşı konulamaz bir cazibedir onun için. Ve aşk ile cinselliği kesinkes ayırır birbirinden. “Aşk, çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan arzu).”

Tomas cinsel hazzın peşinde değildir. Her insanda bulunduğuna inandığı milyonda bir benzeşmezliğin uluorta görülemeyen cinsellikte daha ender ve daha değerli olduğunu düşünür ve onu ele geçirmek ister. Tomas’ın hayatındaki ikilem, küçük bir kasabada tanıştığı Tereza’nın Prag’a onu ziyarete gelmesi ve ardından tamamen hayatına yerleşmesi ile başlar. Yaşamı tamamen hafiflik üzerine kurulu Tomas, yaşadığı ilişkiye aşk tanısı koymak konusunda çelişkiye düşer. Ama Tereza’yla uyuması onun için aşkı kanıtlayan sağlam bir delildir. Ama Tereza’nın varlığı, Tomas’ı diğer kadınlarla ilişkilerini devam ettirmekten alıkoymaz.

Tereza’yı üstü katranlanıp sazdan sepete konulmuş nehir aşağı yollanan bir çocuk olarak görür Tomas. Ki bu görüşü Tereza’nın yoksun olduğu baba sevgisine karşılık gelmektedir. Tereza’nın Prag’a gelmesi, sadece Tomas’a kaçış değil kendi hayatından da kaçıştır bir anlamda. Tereza bir kaza sonucu doğmuş, annesi onun yüzünden mutsuz bir evlilik yapmıştır. Tereza’yı günah keçisi ilan eden annesi, onun bedenini daima aşağılayarak, değersizleştirerek intikamını almaya çalışır. Annesinin dünyasında bütün bedenler aynıdır. Bedeninin annesi tarafından böylesine tektipleştirilmesi, sıradanlaştırılması Tereza’da ömrü boyunca kurtulamayacağı bir ruh/beden çatışması doğurur. Aynaya bakarken kendine yabancılaşmaktadır, öteki bedenlerden farklı bir bedeni olduğunu kendine kanıtlamaya çalışır. Ne var ki Tomas’ın onu başka kadınlarla aldatması, annesinin onun bedenini diğer bedenlerle aynılaştıran baskılarının devamı niteliğindedir. Tereza, ruhu ile bedeni arasındaki boşluğa düşmüştür. Tomas’ın yaşamındaki tek beden olma gücünden yoksun olduğu için bedenini suçlar. Bedeninin kaybettiği savaşın acısını ruhu çekmektedir.

Kundera, Freudyan bir okumayla Tereza’nın rüyalarının yorumunu, bilinçaltına işleyen yaşantılarında aratır bize. Tüm bu bastırılmışlıkları, Tereza’nın rüyalarını ele geçirir. Tereza rüyalarında birbirinin aynısı bedenlerle dolu bir havuzda görür kendini, aldatıldığını görür, en sonunda diri diri toprağa gömüldüğünü.
Tomas, Tereza’nın hayatına girişini 6 rastlantıya bağlar. Böylesine rastlantısal bir aşkın onun yazgısını böylesine yönlendirmesi üzerine düşündükçe huzursuz olur Tomas. “Gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir. Sadece rastlantı bir şeyler söyler bize.” Kitapta başı çeken rastlantılardan “roman” sorumlu tutulmamalıdır, der yazar: “asıl gündelik yaşamındaki bu tür kesişmeleri göremediği için insanoğlunu kınamalı.”

Sabina ise romanda Tomas’a en yakın karakter olma özelliğini taşımaktadır. Tomas’ın hayatına onca kadın girmesine karşın onu en iyi anlayan Sabina olmuştur. Sabina ile Tereza, Tomas’ın hayatının iki uç noktasıdır. Sabina da Tomas gibi hayatını hafiflik anlayışı üzerine kurmuştur. Terk etmeyi kendine şiar edinmiş bir kadındır. Tomas’tan sonra hayatına giren Franz onunla tam bir zıtlık oluşturmaktadır. Sabina’nın ruhu ne kadar göçebeyse, Franz da bir o kadar yerleşik yapıdadır. Sabina ne kadar anlık yaşıyorsa, Franz da bir o kadar derli toplu bir hayat sürmektedir.

ANLAMIN İKİ UÇ NOKTASI

“Yanlış Anlaşılan Sözcükler” bölümü kitabın en dikkat çekici bölümüdür. Yazar, Franz ve Sabina üzerinden “dil ve anlam arasındaki boşluğu öznenin nasıl doldurduğunu” gösterir bize, Cemil Üzen’in deyimiyle. Karakterlerin sözcüklere yüklediği anlamlar birbirine taban tabana zıttır. Yazar, kelimelerin anlamlarının geçmişte bilinçaltımıza yerleşmiş yaşantılarımızın etkisiyle farkında olmadan nasıl şekillendiğini gözler önüne serer.

Akademisyen olan Franz’ın hayatı, gerçek yaşamak olarak görmediği kitaplar arasında geçmiştir. Devrimlere olan düşkünlüğü Franz’ı Sabina’nın ülkesine -Çekoslavakya- hayran bıraktırmaktadır. Franz, hiç sahip olmadığı bir yaşamı özler. Sabina içinse “hapishane, yasak kitaplar, işgal” sözcükleri en ufak bir ülküselleştirmeye yer bırakmamacasına çirkindir. Franz şöyle der:
“Bir toplum zenginse, bireylerin elleriyle çalışmalarına gerek yoktur;kendilerini zihin ve ruh etkinliklerine adayabilirler. Gitgide daha çok üniversite, daha çok öğrenci olacak bizim toplumumuzda. Sözcüklerle dolu bir sürü sayfa, mezarlıklardan daha yaslı yerler olan arşivlerde üst üste birikiyor. Yaslı, çünkü oraları kimse ziyaret etmiyor. Kültür aşırı üretimden, sözcük çığından, nicelik çılgınlığından yok olup gitmekte.”

Bu nedenle Franz, Sabina’nın ülkesindeki yasaklanmış tek bir kitabı kendi toplumunda çiğnenen milyonlarca sözcükten daha değerli bulur.

Aralarındaki görüş farklılıkları bununla sınırlı kalmaz. Sabina’ya göre, gizlilik her şey demektir. Franz içinse özel ile kamusal arasındaki engeller kalktığında ancak gerçek yaşanabilir.

Franz ve Sabina, ağırlık/hafiflik bağlamında olduğu gibi, bağlılık/ihanet ikilisinin de farklı taraflarında durmaktadırlar. Franz, Sabina’yı bağlılığı ile ele geçirmeye çalışır. Oysa Sabina’da bağlılık adına tek bir şey vardır, o da ihanete olan bağlılığı. Franz’daki bağlılık yeteneği annesine olan bağlılığıyla, Sabina’nın ihanete olan meyli ise babasına (ve aynı zamanda babasının dayattığı komünizme) ettiği ihanetle baş göstermiştir. “İlk ihanet onarılmazdır. Başka ihanetlerden oluşan zinciri harekete geçirir” der yazar ve nitekim Sabina için de böyle olur. Franz’ın Sabina’ya bağlılığı, Sabina için bir ihanettir. Ve bir gitmeye daha hazırlanır. Sabina Franz’ın hayatın çıktıktan sonra da Sabina’nın varlığı, Franz’ın hayatındaki yerini sürdürür. Franz, onu ülküsel olarak yaşatmaya devam eder.

KOMÜNİST DÜZENE TANIKLIK

Kundera, Sabina ve Tomas’ın hayatları üzerinden komünizmin eleştirisini yapar. Yazarın kendisi, üyesi olduğu Komünist Parti’den iki kez ihraç edilmiş, 1968’deki Rus istilasından sonra politik baskılara dayanamayarak Fransa’ya göç etmiştir.

Kitapta Tomas, Oedipus hikayesinden yola çıkarak komünizm yanlılarını eleştiren bir yazı kaleme alır. Bu yazının gazetede yayınlanmasından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz Tomas için. Doktorlukla başladığı mesleki kariyeri, bu yazının yayınlanmasıyla ilintili olarak cam siliğinde son bulur. Yazar, bu anlatıyla komünist yönetimin muhalifler üzerindeki baskısını ve sindirme politikasını gözler önüne serer. İktidarın, otoritesini zedelememesi adına, bireyi nasıl hiçleştirdiğini ve düşüncelerini ve eylemlerini nasıl kontrol altına aldığını görürüz. Kendisine karşı gelenleri yoksunlaştırma ve yoksullaştırma stratejilerine tanık oluruz.

KİTSCH* ÜZERİNE

Yazar, pek çok olguyu kitsch objektifinden süzerek değerlendirir. Sabina’nın yaşamı üzerinden Sovyet kitsch’ini eleştirir. Kitsch, klişelerden türer. “Kitsch, kişilerin belleklerine kazımış oldukları temel imgelerden türemek zorundadır.” Ve komünist kitsch’inin en bariz örneği olarak 1 Mayıs törenlerini gösterir yazar. Sabina ömrü boyunca kitsch’e karşı mücadele etmiştir. Politik bir örgüt tarafından düzenlenen sergide, biyografisine uydurma bilgiler eklenerek yaşamının kitsch kılığına sokulmaya çalışıldığını görmüş ve bunu şiddetle reddetmiştir.

Yazar, Büyük Yürüyüş bölümünde Amerikan kitsch’ini de eleştirmekten geri durmaz. Yardım için Kamboçya’ya düzenlenen yürüyüşün nasıl bir Amerikan propagandasına dönüştürüldüğüne tanık eder okuyucuyu.

Yazar, Stalin’in oğlu Yakov’un ölümünden yola çıkarak bok üzerinden insan varoluşunu sorgular. Yazara göre, bok lafının basında b.. olarak geçmesi, her gün yaptığımız dışkılama işinin reddi, bu da yaradılışın kabul edilmezliğinin günbegün kanıtlanmasıdır. Kundera, lağım borularının, kanalizasyon sistemlerinin gözlerimizden gizlenmesini, insanoğlunun varoluşuyla kesin olarak uzlaşamaması şeklinde değerlendirir.“Kitsch, bokun reddedildiği, herkesin bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. Kitsch, insan varoluşunda temelden kabul edilemez olan her şeyi kapsamı dışına atar.”

Kundera, kitsch’i en iyi bilenin ve kullananın da politikacılar olduğunu savunur. Politikacıların fotoğraf makinesi gördüklerinde hemen bir çocuğu kucaklarına alıp öpmesini buna örnek olarak gösterir. Ona göre, politik hareketler akli tutumlardan çok, kitsch’in üzerine inşa edilir.

İNSANIN HAYVANA OLAN SEVGİSİ, İNSANIN İNSANA OLAN SEVGİSİNDEN ÜSTÜNDÜR

Yazar son bölümde, Tereza’nın Karenin’e olan sevgisi üzerinden yapar bu karşılaştırmayı. Bunun nedenlerini de açıklar. İnsanın hayvana olan sevgisine karşılık beklememesinde ve karşısındakini olduğu gibi kabul etmesinde bulur bu üstünlüğü.

Tanrı’nın insanlara hayvanlar üzerinde egemenlik hakkı vermediğini, hayvanları insanlara emanet ettiğini söyler. Ve insanın insana iyi davranmasında erdemli bir yan bulmaz.

“Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığı ile ortaya çıkar. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, onun merhametine bırakılmışlara davranışında gizlidir: hayvanlara.”

KİTABIN İÇİNDEKİ MİLAN KUNDERA

Metinde sadece karakterler konuşur, düşünür, hisseder, hareket ederken birden yazarın söylemi girer araya. Yazar, hiç beklemediğimiz bir anda “ben” kimliğiyle çıkar karşımıza. Karakterlerini eleştirir. Kendi yaratımı değilmiş gibi, onların yaptıklarına kendince açıklamalar bulmaya çalışır. Karakterler kendi kontrolünden çıkmışçasına onların bazı eylemlerine anlam veremediğini itiraf eder. Yazın serüveniyle ilgili yorumlar yapar. Bizi beklenmedik bir şekilde romanın yapaylığıyla yüzleştirir. Kendi yarattığı illüzyonu kırar ve bize yazının içyüzünü gösterir. “Romanlarımdaki kişiler kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirliklerdir. Her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır. Bana en çekici gelen şey bu aşılmış sınırdır (ötesinde “ben”imin sona erdiği sınır). Çünkü romanın sorguladığı sır o sınırın ötesinde başlar.”

*kitsch: İlkel yollardan duyguları harekete geçirmek isteyen sözde sanat eseri; sanat değeri olmayan değersiz eser, bayağı şey, zevksizlik. (TDK)

Yazı: Songül Bakar
Görsel seçimi: Soner Bahadır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder