Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, edebiyat dünyasında
hayli ses getiren ve yayınlanmasının üzerinden 28 yıl geçmesine karşın hala
yankısını yitirmeyen, okunması gereken kitaplar listesinin olmazsa
olmazlarından bir başyapıttır. Varoluşçuların sonuncusu olarak nitelendiren Çek
asıllı Fransız yazar Milan Kundera, pek çok okuyucunun hayatına bu eşsiz
romanıyla girmiştir.
İletişim Yayınları’ndan çıkan eserin orijinal adı “The
Unbearable Lightness of Being” olarak gösterilse de kitap yazar tarafından
Çekçe kaleme alınmıştır ve asıl adı “Nesnesitelná lehkost bytí”dir. Kitabın
ismiyle ilgili şaibe bununla sınırlı değildir. Öncelikle “var olmak” fiili
birleşik değil ayrı yazılmaktadır. İkincisi ise dayanılmaz sıfatı Türkçe’de iki
anlama gelmektedir: Karşı konulamaz olan ya da çekilmez, katlanılmaz olan. Kitabın
ismindeki “dayanılmaz” ise ikinci anlamında kullanılmıştır. Nitekim yazar, bunu
o şekilde çevirmediği için sonraları pişman olmuştur.
Kitap, ağırlık-hafiflik sarmalını temel almakla birlikte
okuyucuya zengin bir içerik sunmaktadır. Zihinsel olarak tam bir motivasyon ve
dikkatli bir okuma gerektirir. Romanın içine derin bir felsefeyi yediren yazar,
akıcı üslubuyla okurun işini kolaylaştırır.
AĞIRLIK/HAFİFLİK SORUNSALI
Kundera, kitap boyunca ikili karşıtlıklar kurar.
Ağırlık/hafiflik, ruh/beden, bağlılık/ihanet, aşk/cinsellik... Ama kurduğu
taraflardan herhangi birini olumlamaz yazar. Bu görevi okuyucuya bırakır.
Yazar, her karakteri bu saflardan birine yerleştirir ve romanın sonlarına
gelindiğinde ise denklemi ters çevirir.
Yazar, Nietzsche'nin ebedi dönüş mitiyle açar kitabı.
Böylelikle okuru felsefi bir içeriğe hazırlamaktadır. Nietzsche "İnsanın
tüm yaşamı durmadan döndürülen bir kum saatidir." der ve yinelenmeyecek olan
yaşamı bir gölgeye benzetir. Attığımız her adıma sonsuza kadar yinelenmenin
verdiği sorumluluğun ağırlığı gelir. Her şey hafifleştiğinde varlığı tutan bir
çekim kalmaz, dayanılmaz olur artık. Kundera, hemen bunun karşısına
Parmenides'in tek seferden ibaret olan yaşamlarımızın hafifliğini olumlayan
görüşünü yerleştirir. Devinimleri önemsizleştikçe, birey özgürleşir.
"Sadece bir kere olan şey, hiç olmamış demektir."
Yazar yaşamı bir taslak olarak görür. “Önceden
uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibiyiz.”
der. Ama bu taslağın tamamlanması da mümkün olmayacaktır. “yaşam öncesi ilk
prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın?”
Roman, ikili karşıtlıkların daima farklı taraflarında
duran dört ana karakter etrafında şekil alır: Tomas, Tereza, Sabina ve Franz.
Tomas ile Sabina'yı karşıtlığın hafiflik tarafına, Tereza ile Franz'ı ise
ağırlık tarafına yerleştirebiliriz pekala. Kitabın sonunda, kum saati ters
döner. Hafiflikten yana hayatlar ağırlığa, ağırlıktan yana hayatlar hafifliğe
evrilir. Kadın erkek ilişkilerinde iki cinsiyetin olaylara bakışındaki
farklılık, romanın temel izleklerinden birisidir.
Tomas doktor olmakla birlikle pek çok kadınla kurduğu
ilişkilerle çıkar karşımıza. “Erotik dostluk” koyar bu ilişki türünün adını.
Tensel aşkın hafifliği karşı konulamaz bir cazibedir onun için. Ve aşk ile
cinselliği kesinkes ayırır birbirinden. “Aşk, çiftleşme arzusunda (sonsuz
sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma
arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan arzu).”
Tomas cinsel hazzın peşinde değildir. Her insanda
bulunduğuna inandığı milyonda bir benzeşmezliğin uluorta görülemeyen cinsellikte
daha ender ve daha değerli olduğunu düşünür ve onu ele geçirmek ister. Tomas’ın
hayatındaki ikilem, küçük bir kasabada tanıştığı Tereza’nın Prag’a onu ziyarete
gelmesi ve ardından tamamen hayatına yerleşmesi ile başlar. Yaşamı tamamen
hafiflik üzerine kurulu Tomas, yaşadığı ilişkiye aşk tanısı koymak konusunda
çelişkiye düşer. Ama Tereza’yla uyuması onun için aşkı kanıtlayan sağlam bir
delildir. Ama Tereza’nın varlığı, Tomas’ı diğer kadınlarla ilişkilerini devam
ettirmekten alıkoymaz.
Tereza’yı üstü katranlanıp sazdan sepete konulmuş nehir
aşağı yollanan bir çocuk olarak görür Tomas. Ki bu görüşü Tereza’nın yoksun
olduğu baba sevgisine karşılık gelmektedir. Tereza’nın Prag’a gelmesi, sadece
Tomas’a kaçış değil kendi hayatından da kaçıştır bir anlamda. Tereza bir kaza
sonucu doğmuş, annesi onun yüzünden mutsuz bir evlilik yapmıştır. Tereza’yı
günah keçisi ilan eden annesi, onun bedenini daima aşağılayarak, değersizleştirerek
intikamını almaya çalışır. Annesinin dünyasında bütün bedenler aynıdır. Bedeninin
annesi tarafından böylesine tektipleştirilmesi, sıradanlaştırılması Tereza’da
ömrü boyunca kurtulamayacağı bir ruh/beden çatışması doğurur. Aynaya bakarken
kendine yabancılaşmaktadır, öteki bedenlerden farklı bir bedeni olduğunu
kendine kanıtlamaya çalışır. Ne var ki Tomas’ın onu başka kadınlarla aldatması,
annesinin onun bedenini diğer bedenlerle aynılaştıran baskılarının devamı
niteliğindedir. Tereza, ruhu ile bedeni arasındaki boşluğa düşmüştür. Tomas’ın
yaşamındaki tek beden olma gücünden yoksun olduğu için bedenini suçlar.
Bedeninin kaybettiği savaşın acısını ruhu çekmektedir.
Kundera, Freudyan bir okumayla Tereza’nın rüyalarının
yorumunu, bilinçaltına işleyen yaşantılarında aratır bize. Tüm bu
bastırılmışlıkları, Tereza’nın rüyalarını ele geçirir. Tereza rüyalarında
birbirinin aynısı bedenlerle dolu bir havuzda görür kendini, aldatıldığını
görür, en sonunda diri diri toprağa gömüldüğünü.
Tomas, Tereza’nın hayatına girişini 6 rastlantıya bağlar.
Böylesine rastlantısal bir aşkın onun yazgısını böylesine yönlendirmesi üzerine
düşündükçe huzursuz olur Tomas. “Gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz,
günbegün yinelenen her şey dilsizdir. Sadece rastlantı bir şeyler söyler bize.”
Kitapta başı çeken rastlantılardan “roman” sorumlu tutulmamalıdır, der yazar:
“asıl gündelik yaşamındaki bu tür kesişmeleri göremediği için insanoğlunu
kınamalı.”
Sabina ise romanda Tomas’a en yakın karakter olma özelliğini
taşımaktadır. Tomas’ın hayatına onca kadın girmesine karşın onu en iyi anlayan
Sabina olmuştur. Sabina ile Tereza, Tomas’ın hayatının iki uç noktasıdır.
Sabina da Tomas gibi hayatını hafiflik anlayışı üzerine kurmuştur. Terk etmeyi
kendine şiar edinmiş bir kadındır. Tomas’tan sonra hayatına giren Franz onunla
tam bir zıtlık oluşturmaktadır. Sabina’nın ruhu ne kadar göçebeyse, Franz da
bir o kadar yerleşik yapıdadır. Sabina ne kadar anlık yaşıyorsa, Franz da bir o
kadar derli toplu bir hayat sürmektedir.
ANLAMIN İKİ UÇ NOKTASI
“Yanlış Anlaşılan Sözcükler” bölümü kitabın en dikkat
çekici bölümüdür. Yazar, Franz ve Sabina üzerinden “dil ve anlam arasındaki
boşluğu öznenin nasıl doldurduğunu” gösterir bize, Cemil Üzen’in deyimiyle.
Karakterlerin sözcüklere yüklediği anlamlar birbirine taban tabana zıttır. Yazar,
kelimelerin anlamlarının geçmişte bilinçaltımıza yerleşmiş yaşantılarımızın
etkisiyle farkında olmadan nasıl şekillendiğini gözler önüne serer.
Akademisyen olan Franz’ın hayatı, gerçek yaşamak olarak
görmediği kitaplar arasında geçmiştir. Devrimlere olan düşkünlüğü Franz’ı
Sabina’nın ülkesine -Çekoslavakya- hayran bıraktırmaktadır. Franz, hiç sahip
olmadığı bir yaşamı özler. Sabina içinse “hapishane, yasak kitaplar, işgal”
sözcükleri en ufak bir ülküselleştirmeye yer bırakmamacasına çirkindir. Franz
şöyle der:
“Bir toplum zenginse, bireylerin elleriyle çalışmalarına
gerek yoktur;kendilerini zihin ve ruh etkinliklerine adayabilirler. Gitgide
daha çok üniversite, daha çok öğrenci olacak bizim toplumumuzda. Sözcüklerle
dolu bir sürü sayfa, mezarlıklardan daha yaslı yerler olan arşivlerde üst üste
birikiyor. Yaslı, çünkü oraları kimse ziyaret etmiyor. Kültür aşırı üretimden,
sözcük çığından, nicelik çılgınlığından yok olup gitmekte.”
Bu nedenle Franz, Sabina’nın ülkesindeki yasaklanmış tek
bir kitabı kendi toplumunda çiğnenen milyonlarca sözcükten daha değerli bulur.
Aralarındaki görüş farklılıkları bununla sınırlı kalmaz. Sabina’ya
göre, gizlilik her şey demektir. Franz içinse özel ile kamusal arasındaki
engeller kalktığında ancak gerçek yaşanabilir.
Franz ve Sabina, ağırlık/hafiflik bağlamında olduğu gibi,
bağlılık/ihanet ikilisinin de farklı taraflarında durmaktadırlar. Franz,
Sabina’yı bağlılığı ile ele geçirmeye çalışır. Oysa Sabina’da bağlılık adına
tek bir şey vardır, o da ihanete olan bağlılığı. Franz’daki bağlılık yeteneği
annesine olan bağlılığıyla, Sabina’nın ihanete olan meyli ise babasına (ve aynı
zamanda babasının dayattığı komünizme) ettiği ihanetle baş göstermiştir. “İlk
ihanet onarılmazdır. Başka ihanetlerden oluşan zinciri harekete geçirir” der
yazar ve nitekim Sabina için de böyle olur. Franz’ın Sabina’ya bağlılığı,
Sabina için bir ihanettir. Ve bir gitmeye daha hazırlanır. Sabina Franz’ın
hayatın çıktıktan sonra da Sabina’nın varlığı, Franz’ın hayatındaki yerini
sürdürür. Franz, onu ülküsel olarak yaşatmaya devam eder.
KOMÜNİST DÜZENE TANIKLIK
Kundera, Sabina ve Tomas’ın hayatları üzerinden
komünizmin eleştirisini yapar. Yazarın kendisi, üyesi olduğu Komünist Parti’den
iki kez ihraç edilmiş, 1968’deki Rus istilasından sonra politik baskılara
dayanamayarak Fransa’ya göç etmiştir.
Kitapta Tomas, Oedipus hikayesinden yola çıkarak komünizm
yanlılarını eleştiren bir yazı kaleme alır. Bu yazının gazetede yayınlanmasından
sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz Tomas için. Doktorlukla başladığı mesleki
kariyeri, bu yazının yayınlanmasıyla ilintili olarak cam siliğinde son bulur.
Yazar, bu anlatıyla komünist yönetimin muhalifler üzerindeki baskısını ve
sindirme politikasını gözler önüne serer. İktidarın, otoritesini zedelememesi
adına, bireyi nasıl hiçleştirdiğini ve düşüncelerini ve eylemlerini nasıl
kontrol altına aldığını görürüz. Kendisine karşı gelenleri yoksunlaştırma ve
yoksullaştırma stratejilerine tanık oluruz.
KİTSCH* ÜZERİNE
Yazar, pek çok olguyu kitsch objektifinden süzerek
değerlendirir. Sabina’nın yaşamı üzerinden Sovyet kitsch’ini eleştirir. Kitsch,
klişelerden türer. “Kitsch, kişilerin belleklerine kazımış oldukları temel
imgelerden türemek zorundadır.” Ve komünist kitsch’inin en bariz örneği olarak
1 Mayıs törenlerini gösterir yazar. Sabina ömrü boyunca kitsch’e karşı mücadele
etmiştir. Politik bir örgüt tarafından düzenlenen sergide, biyografisine
uydurma bilgiler eklenerek yaşamının kitsch kılığına sokulmaya çalışıldığını
görmüş ve bunu şiddetle reddetmiştir.
Yazar, Büyük Yürüyüş bölümünde Amerikan kitsch’ini de
eleştirmekten geri durmaz. Yardım için Kamboçya’ya düzenlenen yürüyüşün nasıl
bir Amerikan propagandasına dönüştürüldüğüne tanık eder okuyucuyu.
Yazar, Stalin’in oğlu Yakov’un ölümünden yola çıkarak bok
üzerinden insan varoluşunu sorgular. Yazara göre, bok lafının basında b..
olarak geçmesi, her gün yaptığımız dışkılama işinin reddi, bu da yaradılışın
kabul edilmezliğinin günbegün kanıtlanmasıdır. Kundera, lağım borularının,
kanalizasyon sistemlerinin gözlerimizden gizlenmesini, insanoğlunun varoluşuyla
kesin olarak uzlaşamaması şeklinde değerlendirir.“Kitsch, bokun reddedildiği,
herkesin bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. Kitsch, insan varoluşunda
temelden kabul edilemez olan her şeyi kapsamı dışına atar.”
Kundera, kitsch’i en iyi bilenin ve kullananın da politikacılar
olduğunu savunur. Politikacıların fotoğraf makinesi gördüklerinde hemen bir
çocuğu kucaklarına alıp öpmesini buna örnek olarak gösterir. Ona göre, politik
hareketler akli tutumlardan çok, kitsch’in üzerine inşa edilir.
İNSANIN HAYVANA OLAN SEVGİSİ, İNSANIN İNSANA OLAN
SEVGİSİNDEN ÜSTÜNDÜR
Yazar son bölümde, Tereza’nın Karenin’e olan sevgisi
üzerinden yapar bu karşılaştırmayı. Bunun nedenlerini de açıklar. İnsanın hayvana
olan sevgisine karşılık beklememesinde ve karşısındakini olduğu gibi kabul
etmesinde bulur bu üstünlüğü.
Tanrı’nın insanlara hayvanlar üzerinde egemenlik hakkı
vermediğini, hayvanları insanlara emanet ettiğini söyler. Ve insanın insana iyi
davranmasında erdemli bir yan bulmaz.
“Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir
yaratıksa bütün saflığı ile ortaya çıkar. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı,
onun merhametine bırakılmışlara davranışında gizlidir: hayvanlara.”
KİTABIN İÇİNDEKİ MİLAN KUNDERA
Metinde sadece karakterler konuşur, düşünür, hisseder,
hareket ederken birden yazarın söylemi girer araya. Yazar, hiç beklemediğimiz
bir anda “ben” kimliğiyle çıkar karşımıza. Karakterlerini eleştirir. Kendi
yaratımı değilmiş gibi, onların yaptıklarına kendince açıklamalar bulmaya
çalışır. Karakterler kendi kontrolünden çıkmışçasına onların bazı eylemlerine
anlam veremediğini itiraf eder. Yazın serüveniyle ilgili yorumlar yapar. Bizi
beklenmedik bir şekilde romanın yapaylığıyla yüzleştirir. Kendi yarattığı
illüzyonu kırar ve bize yazının içyüzünü gösterir. “Romanlarımdaki kişiler
kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirliklerdir. Her biri benim ancak
kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır. Bana en çekici gelen şey bu aşılmış
sınırdır (ötesinde “ben”imin sona erdiği sınır). Çünkü romanın sorguladığı sır
o sınırın ötesinde başlar.”
*kitsch: İlkel
yollardan duyguları harekete geçirmek isteyen sözde sanat eseri; sanat değeri
olmayan değersiz eser, bayağı şey, zevksizlik. (TDK)
Yazı: Songül Bakar
Görsel seçimi: Soner Bahadır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder