logo

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Silivri Güncesi - 18/05/2012 -

Silivri. İstanbul İlinin tam 67 kilometre batısında, (eski E-5) D-100 karayolu üzerinde bulunan güzide bir sahil kentidir. Başka bir deyiş ile de tanımlayacak olur isek şayet; Türkiye yakın tarihinine damga vuran  keskin kalemlerin ve aydınlarının esaret altında, milli iradelerinin yıllarca hapsedildiği yerdir Silivri.

Neyse Silivirideki hukuksuzluğa ve yaşananları daha evvelden değindiğimden dolay mevzuyu daha fazla uzatıp canınızı sıkmayacağım. Gelelim asıl mevzumuza. Bu yazımda dün itibari ile gittiğim Silivir Ceza İnfaz Kurumları Kampusün'de görülen Ergenekon Davasındaki izlenimlerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Şayet sürç-i lisan edersem af ola.

Cuma sabahın ilk ışıkları ile ben ve beraberimdeki  iki arkadaşımla Beşiktaş'tan koyulduk yola ilk durağımız Şişli ilçesindeki Cumhuriyet Gazetesi. Buraya gelmemizin nedeni ise Silivri  Ceza İnfaz Kurumları Kampusüne(ben yazımda daha tasaruflu olması sebebiyle kısaca Silivri Cezaevi diyeceğim) doğru yol alacak servisimizin kalkış noktasının bura olarak belirlenmesi idi. Servisimizin hareket saati 08:00 idi. Zorda olsa gazete önünden kalkacak olan servise yetişmişdik. Herkesin araçtaki yerini almasından sonra artık hazırdık. Silivri İstikametine yol aldık. Yola koyulduğumuz araçta biz ile birlikte 14 kişi daha bulunuyordu. Ayrıca aramızda Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Meriç Vededeoğlu'da bulunmakta idi. 17 kişilik servisimizde yollar ilerledikçe muhabbet de bir o kadar harmanlanıyor ve koyulaşıyordu. Araçtaki bir çok kişinin CHP'li oluşundan dolayı genelde parti içi sohbet ediliyor, ortak bir uzlaşıya varma hedefleniyordu. Mevzu bahis konu CHP ve iç yapılaşma olunca haliyle ben konuya pek vakıf olmadığımdan olaya müdahil olamadım. Onun yerine Odatv soruşturması kapsamında gözaltına alınan ve tutuklanan gazeteci-yazar Soner Yalçın'ın cezaevinde yazdığı son kitabı "SAMİZDAT" isimli kitabı okumaya başladım. Aklıma gelmişken bu kitabın süreci daha iyi idrâk edebilmeniz açısından alıp okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Velhasıl uzun bir yolculuktan sonra en nihayetinde Silivri Cezaevine varmış bulunmakta idik. Saatlerimiz 08:56'yı gösteriyordu duruşma salonuna ayak bastık. Önce girişte kimlik verip yaka kartı alıyorsunuz. Tabi birde şayet yanınızda yiyecek ve dijital bir eşya var ise(USB, cep telefonu, kulaklık, tablet bilgisayar v.s) bunu hemen kapı girşinde görevli olan jandarmaya teslim etmek zorundasınız. Aksi halde içeriye duruşmaya alınmıyorsunuz.Kimlikleri teslim ettik ve bunun karşılığında her birimize yaka kartı verdiler. Benim yaka numaram 071 idi. Bu numara pek aşikâr geldi bana çünkü daha önce geldiğimde de yine bu numarayı bana vermişlerdi. Nasıl bir tesadüf bilmedim.

Eskiden bir spor salonu olarak inşâ edilen yalnız 2009 yılında ihtiyaç olduğu üzere duruşma salonuna çevrilen yere girdik. Bu salon diğerlerine nazaran daha büyük. Toplam 753 kişi kapasiteli olan bu salonun orta yerinde sanıklar için 180 kişilik bir bölüm yer alıyor. Her bölüm ayrı ayrı. Örneğin Tutuklu sanıkların bir arada oturdukları yer, tutuksuz tanıkların oturduğu yer, avukatların oturdukları yerler, basın mensuplarının oturdukları yerler ve izleyicilerin oturdukları yerler hep ayrı ayrı konumlandırılmış. Ayrıca bu salon içersinde  restorant, kafeterya, basın odası, avukat-savcı odaları ve 4 ayrı tuvalet bulunuyor. Duruşma salonun içi-dışı yer 24 saat güvenlik kamerası ile gözetleniyor ve konumlandırılmış özel ses alıcaları ile dinleniyor.

Spor salonundan bozma duruşma salonuna girdiğimizde tutuksuz sanıklar için ayrılan bölmede yıllardır esaret altında yaşamını idâme ettirmeye çalışan aydınlar karşıladı bizi. Kimler yoktu ki bizi orada karşılanların arasında. Mustafa Ali Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek, Hasan Atilla Uğur, Veli Küçük, Yalçın Küçük ve göremediğim daha niceleri... Tabi aramızda korkuluklar, jandarma görevlileri ve yaklaşık 3 metrelik bir ara var. Orada onlarla konuşabilmeniz için çoğu zaman yüksek sesle bağırmanız gerekiyor. Ki bizde öyle yaptık.  Az biraz onlarla selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra görevli jandarmaların ikazı ile yerlemize geçip duruşmayı izlemeye başladık.

Duruşmada ilk olarak Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile gözaltına alınıp tutuklanan emekli Albay Hasan Atilla Uğur'un savunması var idi. Tanık gazeteci-yazar Nuray Başaran'a sorular sorup olayın aydınlatılması için kendi müdaafasını yapıyordu. Bir müddet duruşmayı takip ettikten sonra kafeteryaya gidip kahvaltı yapalım dedik. Çünkü sabah geç kalmamak için bu fastı ilk etapta bay geçmiş idik. Bir simit poğaça aldıkatan sonra duruşma salonun bahçesine çıktık. Gözüm orada bir inşaata takıldı, birde cezaevinin hemen bitişiğindeki Fatih İlköğretim Okuluna. Yanımda bulunan arkadalarım önce inşaat cevap verildiler, sonra İlkokulun neden orada olduğuna. Gözüme takılan inşaat KCK davasının tutuklukları için yapılıyormuş. Orası da yine bu davadan hüküm giyen tutukluların yargılanması için yapılan duruşma salonu inşâsı imiş. Okul ise Cezaevinde görevli olan personellerin çocukları için yapılmış. Anne ve babalarına yakın olsunlar diye direkt cezaevinin bitişiğine yapmışlar. Nasıl bir zihniyet anlamadım doğrusu... Kocaman inşâ edilen okulda yalnızca 50 öğrenci eğitim-öğretim görüyor imiş... Sürekli davayı takip eden bir kaç arkadaşım o okuldan zaman zaman öğrencilerin duruşma arasında çay içmeye çıkan izleyicilere laf atıyorlarmış, merak ettim doğrusu o lafları. Bekledim ama bir öğrencinin gelmesini ama gelmedi bende tekrar duruşma salonuna girdim.

Salona girdikten kısa bir süre sonra Emekli Alb. Hasan Atilla Uğur'un savunması bitti. Sonrasında çok geçmeden Tutuklu gazeteci-yazar Tuncay Özkan geldi. Özkan'da yine Çukurova medya grup başkanı iken yine aynı grubun Ankara temsilcisi olan ve davada tanık olarak ifade veren gazeteci-yazar Nuray Başaran'a sorular yöneltip iddiaların gerçekliklere kavuşması için savunmasını yapmaya çıktı. Yarım saatlik aradan sonra Mahkeme başkanı duruşmaya ara verdi. Ara verilince duruşmada tutuklu sanıklar yine tutuksuz yargılanlar için ayrılan bölmelere gelip eş ve dostları ile sohbet ediyorlar. Bizde tabii gittik önce Mustafa Balbay'a bir selam edip hâl hatır sorduk. Akabinde diğer tutuklulara gözüm ilişdi. Hepsi dimdik duruyordu. Bizlerden daha güçlüydü hepsi. Nietzsche dediği üzere "Beni öldürmeyen acı kuvvetlendirir" aforizmasının birer emsali idiler hepsi. Orada hali hazırda olan hemen hemen herkes onlar ile kısa da olsa kelam etmek istiyorlardı vede yaptılar. Zaten kocaman duruşma salonunda çok az kişi idik. 753 kapasiteli salonda hakim, savcı ve katipler haricinde; 65 izleyici, 6 gazeteci, 11 avukat ve 20 jandarma ve 38 tutuklu bulunmakta idi. Böylesi bir davanın bu kadar kişi tarafından takip edilmesi kanımca üzücü doğrusu...

Aradan kısa bir süre sonra yine Tuncay Özkan'ın savunması devam ettikten sonra saatler 12:15 gösteriyordu, öğle yemeği arası verildi. alon boşaltıldı. Bizde yemeğimizi yemek üzere Duruşma salonunu içerisinde bulunan restoranta doğru yöneldik. Menü de : Cacık, üzüm hoşafı, domates çorbası, misket köfte ve patlıcan yemeği var idi. Kısaca menü oldukça zengin idi. Yemeğimizi yedikten sonra kafeteryaya çaylarımızı içmeye gittik. Bize orada orta yaşın biraz üstünde bir bay bir bayan eşlik ettik. Onlarla birlikte çaylarımızı yudumlarken gerek Ergenekon gerekse de Balyoz süreçlerinin kritiğini yaptık. Hoş sohbet ettik doğrusu zaten hanım efendi sosyolog olmaso sebebiyle müthiş çıkarımlar yaptı. Bu çıkarımları da ilerleyen günlerde sizlerle paylaşacağım...

Aradan sonra tekrardan tutuklu sanıklarla kısa bir sohbet ettik ve görevli jandarmaların uyarıları ile duruşmayı izlemek üzere yerimiz aldık. Tuncay Özkan savunmasını yapmaya devam ediyordu. Tanık Nuray Başaran'a peşi sıra sorular yöneltiyor ve yanıt alamıyordu. Ara ara Nuray Başaran'ın 16 Haziran 2003 yılındaki Jandarma Gnl Komutanı ile yaptığı konuşmaların tapesini mahkeme heyetine okuyor ama bir süre sonra mahkeme başkanı olaya müdahale ederek devam etmesini önlüyordu. Bu nasıl bir adil yargılama ben bir türlü akıl sır erdiremedim doğrusu. Özkan, davada sözüm ona Ergenekon örgütünün medya ayağını yürütüyormuş o günlerde bağlı bulunduğu Çukurova medya grubunda. Neyse bir ara Tuncay Özkan savunmasını yaparken Nuray Başaran'ın verdiği bir cevapla sinirlenip şu sözleri sarf etti. Bende hak verdim açıkcası...
Nasıl oluyor da sizlerin tanıdığı isimler ve yaptığınız görüşmeler normal oluyor da, benimki anormal oluyor anlamıyorum...Tüm bunlara rağmen siz dışardasınız ben ise tam 4 yıldır burada tutuklu....

Evet bu anlatıklarım anlatacaklarımın yanında deyim yerindeyse devede kulak kalır inanın. Daha neler nelere şahit olduk orada bir bilseniz keşke...Saatler su gibi akıp gitmiş ve bizlerin servisle evlere dönmemiz gereken zaman dilimi gelip çatmışdı. 14:30 diye kararlaştırmıştık. Çünkü trafiğe takılmak istemiyorduk. Zaten yol bir hayli uzun olduğundan zamanı ve günü daha verimli kullanmamız için bu saat önceden belirlenmişdi. Duruşma salonundan çıkarken Mustafa Balbay'ın ağabeyi olan Suat Balbay ile tekrar görüşmek üzere tokalaştıktan sonra ağır adımlarla dönüş yoluna doğru adım attım... Bundan sonra ki süreçleri ve bu süreçlerde edindiğim tecrübeleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Bizleri takip etmeye devam edin...
         
                                                                   Saygılarıma Gökhan ÇELİK



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder